Noktalama İşaretleri (Açıklamalar) Duygu ve düşünceleri daha açık ifade etmek, cümlenin yapısını ve duraklama noktalarını belirlemek, okumayı ve anlamayı kolaylaştırmak, sözün vurgu ve ton gibi özelliklerini belirtmek üzere noktalama işaretleri kullanılır. Noktalama işaretlerinden nokta, virgül, noktalı virgül, iki nokta, üç nokta, soru, ünlem, tırnak, ayraç ve kesme işaretleri ait oldukları kelimelere bitişik olarak yazılır ve kesme dışındaki işaretlerden sonra bir harf boşluğu ara verilir. Nokta ( . ) 1. Cümlenin sonuna konur: Türk Dil Kurumu, 1932 yılında kurulmuştur. Saatler geçtikçe yollara daha mahzun bir ıssızlık çöküyordu. (Reşat Nuri Güntekin) 2. Bazı kısaltmaların sonuna konur: Alb. (albay), Dr. (doktor), Yrd. Doç. (yardımcı doçent), Prof. (profesör), Cad. (cadde), Sok. (sokak), s. (sayfa), sf. (sıfat), vb. (ve başkası, ve benzeri, ve benzerleri, ve bunun gibi), Alm. (Almanca), Ar. (Arapça), İng. (İngilizce) vb. 3. Sayılardan sonra sıra bildirmek için konur: 3. (üçüncü), 15. (on beşinci); II. Mehmet, XIV. Louis, XV. yüzyıl; 2. Cadde, 20. Sokak, 4. Levent vb. 4. Arka arkaya sıralandıkları için virgülle veya çizgiyle ayrılan rakamlardan yalnızca sonuncu rakamdan sonra nokta konur: 3, 4 ve 7. maddeler; XII ? XIV. yüzyıllar arasında vb. 5. Bir yazının maddelerini gösteren rakam veya harflerden sonra konur: I. 1. A. a. II. 2. B. b. 6. Tarihlerin yazılışında gün, ay ve yılı gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur: 29.5.1453, 29.X.1923 vb. UYARI: Tarihlerde ay adları yazıyla da yazılabilir. Bu durumda ay adlarından önce ve sonra nokta kullanılmaz: 29 Mayıs 1453, 29 Ekim 1923 vb. 7. Saat ve dakika gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur: Tren 09.15?te kalktı. Toplantı 13.00?te başladı. Tören 17.30?da, hükûmet daireleri kapandıktan yarım saat sonra başlayacaktır. (Tarık Buğra) 8. Kitap, dergi vb.nin künyelerinin sonuna konur: Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, TDK Yayınları, Ankara, 1960. 9. Dört ve dörtten çok rakamlı sayılar sondan sayılmak üzere üçlü gruplara ayrılarak yazılır ve araya nokta konur: 1.000, 326.197, 49.750.812 vb. 10. Genel ağ adreslerinde kullanılır: http://tdk.gov.tr 11. Matematikte çarpma işareti yerine kullanılır: 4.5=20, 12.6=72 vb. Virgül ( , ) 1. Birbiri ardınca sıralanan eş görevli kelime ve kelime gruplarının arasına konur: Fırtınadan, soğuktan, karanlıktan ve biraz da korkudan sonra bu sıcak, aydınlık ve sevimli odanın havasında erir gibi oldum. (Halide Edip Adıvar) Sessiz dereler, solgun ağaçlar, sarı güller Dillenmiş ağızlarda tutuk dilli gönüller (Faruk Nafiz Çamlıbel) Zindana atılan mahkûmlar gibi titreşerek, haykırarak geri geri kaçmaya uğraşıyorduk. (Hüseyin Rahmi Gürpınar) Köyde kim çaresiz kalırsa, kimin işi bozulursa İstanbul yolunu tutar. (Ömer Seyfettin) 2. Sıralı cümleleri birbirinden ayırmak için konur: Umduk, bekledik, düşündük. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) 3. Uzun cümlelerde yüklemden uzak düşmüş olan özneyi belirtmek için konur: Saniye Hanımefendi, merdivenlerde oğlunun ayak seslerini duyar duymaz, hasretlisini karşılamaya atılan bir genç kadın gibi koltuğundan fırlamış ve ona kapıyı kendi eliyle açmaya gelmişti. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) 4. Cümle içinde ara sözleri veya ara cümleleri ayırmak için ara sözlerin veya ara cümlelerin başına ve sonuna konur: Zemin bu kadar koyu bir kırmızıya dönüşünce, bir an için de olsa, belirginliğini yitiriverdi sivilceleri. (Elif Şafak) Şimdi, efendiler, müsaade buyurursanız, size bir sual sorayım. (Atatürk) 5. Anlama güç kazandırmak için tekrarlanan kelimeler arasına konur: Akşam, yine akşam, yine akşam, Göllerde bu dem bir kamış olsam! (Ahmet Haşim) 6. Tırnak içinde olmayan alıntı cümlelerinden sonra konur: Adana?ya yarın gideceğim, dedi. Aç karnına sigara içmekle hiç de iyi etmiyorsun, dedi. (Necati Cumalı) 7. Konuşma çizgisinden sonraki alıntı cümlesinin bitimine konur: ? Bu akşam Datça?ya gidiyor musunuz, diye sordu. 8. Edebî eserlerde konuşma bölümünden önceki ifadenin sonuna konur: Bahçe kapısını açtı. Sermet Bey?e, ? Bu anahtar köşkü de açar, dedi. (Ömer Seyfettin) 9. Kendisinden sonraki cümleye bağlı olarak ret, kabul ve teşvik bildiren hayır, yok, evet, peki, pekâlâ, tamam, olur, hayhay, başüstüne, öyle, haydi, elbette gibi kelimelerden sonra konur: Peki, gideriz. Olur, ben de size katılırım. Hayhay, memnun oluruz. Haydi, geç kalıyoruz. Evet, kırk seneden beri Türkçe merhale merhale Türkleşiyor. (Yahya Kemal Beyatlı) 10. Bir kelimenin kendisinden sonra gelen kelime veya kelime gruplarıyla yapı ve anlam bakımından bağlantısı olmadığını göstermek ve anlam karışıklığını önlemek için kullanılır: Bu, tek gözlü, genç fakat ihtiyar görünen bir adamcağızdır. (Halit Ziya Uşaklıgil) Bu gece, eğlenceleri içlerine sinmedi. (Reşat Nuri Güntekin) 11. Hitap için kullanılan kelimelerden sonra konur: Efendiler, bilirsiniz ki hayat demek, mücadele, müsademe demektir. (Atatürk) Sayın Başkan, Sevgili Kardeşim, Değerli Arkadaşım, 12. Sayıların yazılışında kesirleri ayırmak için kullanılır: 38,6 (otuz sekiz tam, onda altı), 0,45 (sıfır tam, yüzde kırk beş) 13. Metin içinde art arda gelen zarf-fiil eki almış kelimelerden sonra konur: Ancak yemekte bir karara varıp, arkadaşına dikkatli dikkatli bakarak konuştu. UYARI: Metin içinde zarf-fiil eki almış kelimelerden sonra virgül konmaz: Cumaları bahçede buluştukça kıza kendisinin adi bir mektep talebesi olmadığını anlatmaya çalışıyordu. (Halide Edip Adıvar) Şimdiye dek, ben kendimi bildim bileli kimse Değirmenoluk köyünden kaçıp da başka köyde çobanlık, yanaşmalık etmedi. (Yaşar Kemal) Meydanlığa varmadan bir iki defa İsmail kendisini gördü mü diye kahveye baktı. (Necati Cumalı) 14. Özne olarak kullanıldıklarında bu, şu, o zamirlerinden sonra konur: Bu, benim gibi yazarlar için hiç kolay olmaz. O, eski defterleri çoktan kapatmış, Osmanlıya kucağını açmıştı. (Tarık Buğra) 15. Kitap, dergi vb.nin künyelerinde yazar, eser, basımevi vb. maddelerden sonra konur: Falih Rıfkı ATAY, Tuna Kıyıları, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1938. Yazarın soyadı önce yazılmışsa soyadından sonra da virgül konur: ERGİN, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, Ankara, 1958. UYARI: Metin içinde ve, veya, yahut, ya ? ya bağlaçlarından önce de sonra da virgül konmaz: Nihat sabaha kadar uyuyamadı ve şafak sökerken Faik?e bol teşekkürlerle dolu bir kâğıt bırakarak iki gün evvelki cephe dönüşü kıyafeti ile sokağa fırladı. (Peyami Safa) Ya şevk içinde harap ol ya aşk içinde gönül Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül! (Yahya Kemal Beyatlı) UYARI: Tekrarlı bağlaçlardan önce ve sonra virgül konmaz: Hem gider hem ağlar. Ya bu deveyi gütmeli ya bu diyardan gitmeli. (Atasözü) Gerek nesirde gerek nazımda yeni bir söyleyişe ulaşılmıştır. Siz ister inanın ister inanmayın, bir gün bile durmam. Ne kız verir ne dünürü küstürür. Bu kurallar bugün de yarın da geçerli olacaktır. UYARI: Cümlede pekiştirme ve bağlama görevinde kullanılan da / de bağlacından sonra virgül konmaz: İmlamız lisanımız düzelince, lisanımız da kafamız düzelince düzelecek çünkü o da ancak onlar kadar bozuktur, fazla değil! (Yahya Kemal Beyatlı) UYARI: Metin içinde -ınca / -ince anlamıyla zarf-fiil görevinde kullanılan mı / mi ekinden sonra virgül konmaz: Ben aç yattım mı kötü kötü rüyalar görürüm nedense. (Orhan Kemal) Öyle zekiler vardır, konuştular mı ağızlarından bal akıyor sanırsın. (Attila İlhan) UYARI: Şart ekinden sonra virgül konmaz: Tenha köşelerde ağız ağıza konuşurken yanlarına biri gelecek olursa hemen susuyorlardı. (Reşat Nuri Güntekin) Gör gözlerinle de aklın yatarsa anlatıver millete. (Tarık Buğra) Noktalı Virgül ( ; ) 1. Cümle içinde virgüllerle ayrılmış tür veya takımları birbirinden ayırmak için konur: Erkek çocuklara Doğan, Tuğrul, Aslan, Orhan; kız çocuklara ise İnci, Çiçek, Gönül, Yonca adları verilir. Türkiye, İngiltere, Azerbaycan; Ankara, Londra, Bakü. 2. Ögeleri arasında virgül bulunan sıralı cümleleri birbirinden ayırmak için konur: Sevinçten, heyecandan içim içime sığmıyor; bağırmak, kahkahalar atmak, ağlamak istiyorum. At ölür, meydan kalır; yiğit ölür, şan kalır. (Atasözü) 3. İkiden fazla eş değer ögeler arasında virgül bulunan cümlelerde özneden sonra noktalı virgül konabilir: Yeni usul şiirimiz; zevksiz, köksüz, acemice görünüyordu. (Yahya Kemal Beyatlı) İki Nokta (: ) 1.Kendisiyle ilgili örnek verilecek cümlenin sonuna konur: Millî Edebiyat akımının temsilcilerinden bir kısmını sıralayalım: Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Ali Canip Yöntem. 2. Kendisiyle ilgili açıklama verilecek cümlenin sonuna konur: Bu kararın istinat ettiği en kuvvetli muhakeme ve mantık şu idi: Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. (Atatürk) Kendimi takdim edeyim: Meclis kâtiplerindenim. (Falih Rıfkı Atay) 3. Ses bilgisinde uzun ünlüyü göstermek için kullanılır: a:ile, ka:til, usu:le, i:cat. 4. Karşılıklı konuşmalarda, konuşan kişiyi belirten sözlerden sonra konur: Bilge Kağan: Türklerim, işitin! Üstten gök çökmedikçe, alttan yer delinmedikçe ülkenizi, törenizi kim bozabilir sizin? Koro: Göğe erer başımız başınla senin! Bilge Kağan: Ulusum birleşip yücelsin diye gece uyumadım, gündüz oturmadım. Türklerim Bilge Kağan der bana. Ben her şeyi onlar için bildim. Nöbetteyim! (A. Turan Oflazoğlu) 5. Edebî eserlerde konuşma bölümünden önceki ifadenin sonuna konur: ? Buğdayla arpadan başka ne biter bu topraklarda? Ziraatçı sayar: ? Yulaf, pancar, zerzevat, tütün? (Falih Rıfkı Atay) 6. Genel ağ adreslerinde kullanılır: http://tdk.gov.tr 7. Matematikte bölme işareti olarak kullanılır: 56:8=7, 100:2=50 vb. Üç Nokta ( ? ) 1. Anlatım olarak tamamlanmamış cümlelerin sonuna konur: Ne çare ki çirkinliği hemencecik ve herkes tarafından görülüveriyordu da bu yanı? (Tarık Buğra) 2. Kaba sayıldığı için veya bir başka sebepten dolayı açık yazılmak istenmeyen kelime ve bölümlerin yerine konur: Kılavuzu karga olanın burnu b?tan çıkmaz. Arabacı B??a yaklaştığını söylüyor, ikide bir fırsat bularak arabanın içine doğru başını çeviriyordu. (Ahmet Hamdi Tanpınar) 3. Alıntılarda başta, ortada ve sonda alınmayan kelime veya bölümlerin yerine konur: ? derken şehrin öte başından boğuk boğuk sesler gelmeye başladı? (Tarık Buğra) 4. Sözün bir yerde kesilerek geri kalan bölümün okuyucunun hayal dünyasına bırakıldığını göstermek veya ifadeye güç katmak için konur: Sana uğurlar olsun? Ayrılıyor yolumuz! (Faruk Nafiz Çamlıbel) Binaenaleyh, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir noktainazardan istifade ederiz. O noktainazar şudur: Türk milletini, medeni cihanda layık olduğu mevkiye isat etmek ve Türk cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün, daha ziyade takviye etmek? (Atatürk) 5. Ünlem ve seslenmelerde anlatımı pekiştirmek için konur: Gölgeler yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar: ? Koca Ali? Koca Ali, be!.. (Ömer Seyfettin) UYARI: Ünlem ve soru işaretinden sonra üç nokta yerine iki nokta konulması yeterlidir: Gök ekini biçer gibi!.. Başaklar daha dolmadan. (Tarık Buğra) Nasıl da akşam oldu?.. Nasıl da yavrucaklar sustu?.. Nasıl da serçecikler yuvalarına sığındı?.. (Necip Fazıl Kısakürek) 6. Karşılıklı konuşmalarda, yeterli olmayan, eksik bırakılan cevaplarda kullanılır: ? Yabancı yok! ? Kimsin? ? Ali? ? Hangi Ali? ? ? ? Sen misin, Ali usta? ? Benim!.. ? Ne arıyorsun bu vakit buralarda? ? Hiç? ? Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!.. ? !.. (Ömer Seyfettin) UYARI: Üç nokta yerine iki veya daha çok nokta kullanılmaz. Soru İşareti ( ? ) 1. Soru eki veya sözü içeren cümle veya sözlerin sonuna konur: Ne zaman tükenecek bu yollar, arabacı? (Faruk Nafiz Çamlıbel) Atatürk bana sordu: ? Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz? (Falih Rıfkı Atay) 2. Soru bildiren ancak soru eki veya sözü içermeyen cümlelerin sonuna konur: Gümrükteki memur başını kaldırdı: ? Adınız? 3. Bilinmeyen, kesin olmayan veya şüpheyle karşılanan yer, tarih vb. durumlar için kullanılır: Yunus Emre (1240 ?-1320), (Doğum yeri: ?) vb. 1496 (?) yılında doğan Fuzuli? Ankara?dan Antalya?ya arabayla üç saatte (?) gitmiş. UYARI: mı / mi ekini alan yan cümle temel cümlenin zarf tümleci olduğunda cümlenin sonuna soru işareti konmaz: Akşam oldu mu sürüler döner. Hava karardı mı eve gideriz. Bahar gelip de nehir çağıl çağıl kabarmaya başlamaz mı içimi geri kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı. (Haldun Taner) UYARI: Soru ifadesi taşıyan sıralı ve bağlı cümlelerde soru işareti en sona konur: Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı? Üsküdar?dan mı, Hisar?dan mı, Kavaklardan mı? (Yahya Kemal Beyatlı) Ünlem İşareti ( ! ) 1. Sevinç, kıvanç, acı, korku, şaşma gibi duyguları anlatan cümle veya ibarelerin sonuna konur: Hava ne kadar da sıcak! Aşk olsun! Ne kadar akıllı adamlar var! Vah vah! Ne mutlu Türk?üm diyene! (Atatürk) 2. Seslenme, hitap ve uyarı sözlerinden sonra konur: Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz?dir, ileri! (Atatürk) Ey Türk gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. (Atatürk) Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle! (Yahya Kemal Beyatlı) Dur, yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak bir devrin battığı yerdir. (Necmettin Halil Onan) UYARI: Ünlem işareti, seslenme ve hitap sözlerinden hemen sonra konulabileceği gibi cümlenin sonuna da konabilir: Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken Sana uğurlar olsun? Ayrılıyor yolumuz! (Faruk Nafiz Çamlıbel) 3. Alay, kinaye veya küçümseme anlamı kazandırılmak istenen sözden hemen sonra yay ayraç içinde ünlem işareti kullanılır: İsteseymiş bir günde bitirirmiş (!) ama ne yazık ki vakti yokmuş (!). Adam, akıllı (!) olduğunu söylüyor. Kısa Çizgi ( ? ) 1. Satıra sığmayan kelimeler bölünürken satır sonuna konur: Soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, üzüntüden mi bil- mem. Havuzun suyu bulanık. Kapının saatleri 12?yi geçmiş. Kanepe- lerde kimseler yok. Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvayda- ki adam bir tanıdık mı idi acaba? Ne diye öyle dönüp dönüp baktı? Yoksa kimseciklerin oturmadığı kanepelerde bu saatte pek başıboş- lar mı oturur? (Sait Faik Abasıyanık) 2. Cümle içinde ara sözleri veya ara cümleleri ayırmak için ara sözlerin veya ara cümlelerin başına ve sonuna konur, bitişik yazılır: Küçük bir sürü -dört inekle birkaç koyun- köye giren geniş yolun ağzında durmuştu. (Ömer Seyfettin) 3. Kelimelerin kökleri, gövdeleri ve eklerini birbirinden ayırmak için kullanılır: al-ış, dur-ak, gör-gü-süz-lük vb. 4. Fiil kök ve gövdelerini göstermek için kullanılır: al-, dur-, gör-, ver-; başar-, kana-, okut-, taşla-, yazdır- vb. 5. İsim yapma eklerinin başına, fiil yapma eklerinin başına ve sonuna konur: -ak, -den, -ış, -lık; -ımsa-; -la-; -tır- vb. 6. Heceleri göstermek için kullanılır: a-raş-tır-ma, bi-le-zik, du-ruş-ma, ku-yum-cu-luk, prog-ram, ya-zar-lık vb. 7. Arasında, ve, ile, ila, ?-den ?-e anlamlarını vermek için kelimeler veya sayılar arasında kullanılır: Aydın-İzmir yolu, Türk-Alman ilişkileri, Ural-Altay dil grubu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, 09.30-10.30, Beşiktaş-Fenerbahçe karşılaşması, Manas Destanı?nda soy-dil-din üçgeni, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, Türkçe-Fransızca Sözlük vb. UYARI: Cümle içinde sayı adlarının yinelenmesinde araya kısa çizgi konmaz: On on beş yıl. Üç beş kişi geldi. 8. Matematikte çıkarma işareti olarak kullanılır: 50-20=30 9. Sıfırdan küçük değerleri göstermek için kullanılır: -2 °C Uzun Çizgi (?) Yazıda satır başına alınan konuşmaları göstermek için kullanılır. Buna konuşma çizgisi de denir. Frankfurt?a gelene herkesin sorduğu şunlardır: ? Eski şehri gezdin mi? ? Rothschild?in evine gittin mi? ? Goethe?nin evini gezdin mi? (Ahmet Haşim) Oyunlarda uzun çizgi konuşanın adından sonra da konabilir: Sıtkı Bey ? Kaleyi kurtarmak için daha güzel bir çare var. Gerçekten ölecek adam ister. İslam Bey ? Ben daha ölmedim. (Namık Kemal) UYARI: Konuşmalar tırnak içinde verildiğinde uzun çizgi kullanılmaz. Arabamız tutarken Erciyes?in yolunu: ?Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu?nu?? (Faruk Nafiz Çamlıbel) Eğik Çizgi ( / ) 1. Dizeler yan yana yazıldığında aralarına konur: Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak / O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak / O benimdir, o benim milletimindir ancak. (Mehmet Akif Ersoy) 2. Adres yazarken apartman numarası ile daire numarası arasına ve semt ile şehir arasına konur: Altay Sokağı No.: 21/6 Kurtuluş / ANKARA Ülke adı yazılacağında ise: Atatürk Bulvarı No.: 217 06680 Kavaklıdere / Ankara TÜRKİYE 3. Tarihlerin yazılışında gün, ay ve yılı gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur: 18/11/1969, 15/IX/1994 vb. 4. Dil bilgisinde eklerin farklı biçimlerini göstermek için kullanılır: -a /-e, -an /-en, -lık /-lik, -madan /-meden vb. 5. Genel ağ adreslerinde kullanılır: http://tdk.gov.tr 6. Matematikte bölme işareti olarak kullanılır: 70/2=35 7. Fizik, matematik vb. alanlarda birimler arası orantıları gösterirken eğik çizgi araya boşluk konulmadan kullanılır: g/sn (gram/saniye) Ters Eğik Çizgi ( ) Bilişim uygulamalarında art arda gelen dizinleri birbirinden ayırt etmek için kullanılır: C:BelgelerimTürk İşaret DiliKitapçık.indd Tırnak İşareti ( ? ? ) 1. Başka bir kimseden veya yazıdan olduğu gibi aktarılan sözler tırnak içine alınır: Türk Dil Kurumu binasının yan cephesinde Atatürk?ün ?Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.? sözü yazılıdır. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin ön cephesinde Atatürk?ün ?Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.? vecizesi yer almaktadır. Ulu önderin ?Ne mutlu Türk?üm diyene!? sözü her Türk?ü duygulandırır. Bakınız, şair vatanı ne güzel tarif ediyor: ?Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.? UYARI: Tırnak içindeki alıntının sonunda bulunan işaret (nokta, soru işareti, ünlem işareti vb.) tırnak içinde kalır: ?İzmir üzerine dünyada bir şehir daha yoktur!? diyorlar. (Yahya Kemal Beyatlı) 2. Özel olarak vurgulanmak istenen sözler tırnak içine alınır: Yeni bir ?barış taarruzu? başladı. 3. Cümle içerisinde eserlerin ve yazıların adları ile bölüm başlıkları tırnak içine alınır: Bugün öğrenciler ?Kendi Gök Kubbemiz? adlı şiiri incelediler. ?Yazım Kuralları? bölümünde bazı uyarılara yer verilmiştir. UYARI: Cümle içerisinde özel olarak belirtilmek istenen sözler, kitap ve dergi adları ve başlıkları tırnak içine alınmaksızın eğik yazıyla dizilerek de gösterilebilir: Höyük sözü Anadolu?da tepe olarak geçer. Cahit Sıtkı?nın Şairin Ölümü şiirini Yahya Kemal çok sevmişti. (Ahmet Hamdi Tanpınar) UYARI: Tırnak içine alınan sözlerden sonra gelen ekleri ayırmak için kesme işareti kullanılmaz: Elif Şafak?ın ?Bit Palas?ını okudunuz mu? 4. Bilimsel çalışmalarda künye verilirken makale adları tırnak içinde yazılır. Tek Tırnak İşareti ( ? ? ) Tırnak içinde verilen cümlenin içinde yeniden tırnağa alınması gereken bir sözü, ibareyi belirtmek için kullanılır: Edebiyat öğretmeni ?Şiirler içinde ?Han Duvarları? gibisi var mı?? dedi ve Faruk Nafiz?in bu güzel şiirini okumaya başladı. ?Atatürk henüz ?Gazi Mustafa Kemal Paşa? idi. Benden ona dair bir kitap için ön söz istemişlerdi.? (Falih Rıfkı Atay) Denden İşareti (?) Bir yazıdaki maddelerin sıralanmasında veya bir çizelgede alt alta gelen aynı sözlerin, söz gruplarının ve sayıların tekrar yazılmasını önlemek için kullanılır: a. Etken fiil b. Edilgen ? c. Dönüşlü ? ç. İşteş ? Yay Ayraç ( ) 1. Cümledeki anlamı tamamlayan ve cümlenin dışında kalan ek bilgiler için kullanılır. Yay ayraç içinde bulunan ve yargı bildiren anlatımların sonuna uygun noktalama işareti konur: Anadolu kentlerini, köylerini (Köy sözünü de çekinerek yazıyorum.) gezsek bile görmek için değil, kendimizi göstermek için geziyoruz. (Nurullah Ataç) 2. Özel veya cins isme ait ek, ayraçtan önce yazılır: Yunus Emre?nin (1240?-1320)? İmek fiilinin (ek fiil) geniş zamanı şahıs ekleriyle çekilir. 3. Tiyatro eserlerinde ve senaryolarda konuşanın hareketlerini, durumunu açıklamak ve göstermek için kullanılır: İhtiyar ? (Yavaş yavaş Kaymakam?a yaklaşır.) Ne oluyor beyefendi? Allah rızası için bana da anlatın? (Reşat Nuri Güntekin) 4. Alıntıların aktarıldığı eseri, yazarı veya künye bilgilerini göstermek için kullanılır: Cihanın tarihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan, kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmaya hak kazanmamıştır. Bu vatan ya senindir ya kimsenin. (Ahmet Hikmet Müftüoğlu) Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin? (Mehmet Akif Ersoy) Bir isim kökü, gerektiğinde çeşitli eklerle fiil kökü durumuna getirilebilir (Zülfikar 1991: 45). 5. Alıntılarda, alınmayan kelime veya bölümlerin yerine konulan üç nokta, yay ayraç içine alınabilir. 6. Bir söze alay, kinaye veya küçümseme anlamı kazandırmak için kullanılan ünlem işareti yay ayraç içine alınır: Adam, akıllı (!) olduğunu söylüyor. 7. Bir bilginin şüpheyle karşılandığını veya kesin olmadığını göstermek için kullanılan soru işareti yay ayraç içine alınır: 1496 (?) yılında doğan Fuzuli? 8. Bir yazının maddelerini gösteren sayı ve harflerden sonra kapama ayracı konur: I) 1) A) a) II) 2) B) b) Köşeli Ayraç ( [ ] ) 1. Ayraç içinde ayraç kullanılması gereken durumlarda yay ayraçtan önce köşeli ayraç kullanılır: Halikarnas Balıkçısı [Cevat Şakir Kabaağaçlı (1886-1973)] en güzel eserlerini Bodrum?da yazmıştır. 2. Metin aktarmalarında, çevirilerde, alıntılarda çalışmayı yapanın eklediği sözler için kullanılır: ?Eldem, Osmanlıda en önemli fark[ın], mezar taşının şeklinde ortaya çık[tığını] söyledikten sonra?? (Hilmi Yavuz) 3. Kaynak olarak verilen kitap veya makalelerin künyelerine ilişkin bazı ayrıntıları göstermek için kullanılır: Reşat Nuri [Güntekin], Çalıkuşu, Dersaadet, 1922. Server Bedi [Peyami Safa] Kesme İşareti ( ? ) 1. Özel adlara getirilen iyelik, durum ve bildirme ekleri kesme işaretiyle ayrılır: Kurtuluş Savaşı?nı, Atatürk?üm, Türkiye?mizin, Fatih Sultan Mehmet?e, Muhibbi?nin, Gül Baba?ya, Sultan Ana?nın, Mehmet Emin Yurdakul?dan, Kâzım Karabekir?i, Yunus Emre?yi, Ziya Gökalp?tan, Refik Halit Karay?mış, Ahmet Cevat Emre?dir, Namık Kemal?se, Şinasi?yle, Alman?sınız, Kırgız?ım, Karakeçili?nin, Osmanlı Devleti?ndeki, Cebrail?den, Çanakkale Boğazı?nın, Samanyolu?nda, Sait Halim Paşa Yalısı?ndan, Resmî Gazete?de, Millî Eğitim Temel Kanunu?na, Telif Hakkı Yayın ve Satış Yönetmeliği?ni, Eski Çağ?ın, Yükselme Dönemi?nin, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı?na vb. ?Onun için Batı?da bunlara birer fonksiyon buluyorlar.? (Burhan Felek) 1919 senesi Mayıs?ının 19?uncu günü Samsun?a çıktım. (Atatürk) Yer bildiren özel isimlerde kısaltmalı söyleyiş söz konusu olduğu zaman ekten önce kesme işareti kullanılır: Hisar?dan, Boğaz?dan vb. Belli bir kanun, tüzük, yönetmelik kastedildiğinde büyük harfle yazılan kanun, tüzük, yönetmelik sözlerinin ek alması durumunda kesme işareti kullanılır: Bu Kanun?un 17. maddesinin c bendi? Yukarıda adı geçen Yönetmelik?in 2?nci maddesine göre? vb. Özel adlar için yay ayraç içinde bir açıklama yapıldığında kesme işareti yay ayraçtan önce kullanılır: Yunus Emre?nin (1240?-1320), Yakup Kadri?nin (Karaosmanoğlu) vb. Ek getirildiğinde Avrupa Birliği kesme işareti ile kullanılır: Avrupa Birliği?ne üye ülkeler? UYARI: Sonunda 3. teklik kişi iyelik eki olan özel ada, bu ek dışında başka bir iyelik eki getirildiğinde kesme işareti konmaz: Boğaz Köprümüzün güzelliği, Amik Ovamızın bitki örtüsü, Kuşadamızdaki liman vb. UYARI: Kurum, kuruluş, kurul, birleşim, oturum ve iş yeri adlarına gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Türkiye Büyük Millet Meclisine, Türk Dil Kurumundan, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığının; Bakanlar Kurulunun, Danışma Kurulundan, Yürütme Kuruluna; Türkiye Büyük Millet Meclisinin 112?nci Birleşiminin 2?nci Oturumunda; Mavi Köşe Bakkaliyesinden vb. UYARI: Başbakanlık, Rektörlük vb. sözler ünlüyle başlayan bir ek geldiğinde Başbakanlığa, Rektörlüğe vb. biçimlerde yazılır. UYARI: Özel adlara getirilen yapım ekleri, çokluk eki ve bunlardan sonra gelen diğer ekler kesmeyle ayrılmaz: Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Müslümanlık, Hristiyanlık, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Aydınlı, Konyalı, Bursalı, Ahmetler, Mehmetler, Yakup Kadriler, Türklerin, Türklüğün, Türkleşmekte, Türkçenin, Müslümanlıkta, Hollandalıdan, Hristiyanlıktan, Atatürkçülüğün vb. UYARI: Sonunda p, ç, t, k ünsüzlerinden biri bulunan Ahmet, Çelik, Halit, Şahap; Bosna-Hersek; Kerkük, Sinop, Tokat, Zonguldak gibi özel adlara ünlüyle başlayan ek getirildiğinde kesme işaretine rağmen Ahmedi, Halidi, Şahabı; Bosna-Herseği; Kerküğü, Sinobu, Tokadı, Zonguldağı biçiminde son ses yumuşatılarak söylenir. UYARI: Özel adlar yerine kullanılan ?o? zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz ve kendisinden sonra gelen ekler kesme işaretiyle ayrılmaz. 2. Kişi adlarından sonra gelen saygı ve ünvan sözlerine getirilen ekleri ayırmak için konur: Nihat Bey?e, Ayşe Hanım?dan, Mahmut Efendi?ye, Enver Paşa?ya; Türk Dil Kurumu Başkanı?na vb. 3. Kısaltmalara getirilen ekleri ayırmak için konur: TBMM?nin, TDK?nin, BM?de, ABD?de, TV?ye vb. 4. Sayılara getirilen ekleri ayırmak için konur: 1985?te, 8?inci madde, 2?nci kat; 7,65?lik, 9,65?lik, 657?yle vb. 5. Belirli bir tarih bildiren ay ve gün adlarına gelen ekleri ayırmak için konur: Başvurular 17 Aralık?a kadar sürecektir. Yabancı Sözlere Karşılıklar Kılavuzu?nun veri tabanının genel ağda hizmete sunulduğu gün olan 12 Temmuz 2010 Pazartesi?nin TDK için önemi büyüktür. 6. Seslerin ölçü ve söyleyiş gereği düştüğünü göstermek için kullanılır: Bir ok attım karlı dağın ardına Düştü m?ola sevdiğimin yurduna İl yanmazken ben yanarım derdine Engel aramızı açtı n?eyleyim (Karacaoğlan) Şems?in gözlerine bir şüphe çöreklendi: ?Dostum ne?n var? Her şey yolunda mı?? (Elif Şafak) Güzelliğin on par?etmez Bu bendeki aşk olmasa (Âşık Veysel) 7. Bir ek veya harften sonra gelen ekleri ayırmak için konur: a?dan z?ye kadar, Türkçede -lık?la yapılmış sözler.
Alıntı Kelimelerin Yazılışı
Alıntı kelimelerin yazılışlarıyla ilgili bazı noktalar aşağıda gösterilmiştir:
1. Çift ünsüz harfle başlayan Batı kökenli alıntılar, ünsüzler arasına ünlü konulmadan yazılır: francala, gram, gramer, gramofon, grup, Hristiyan, kral, kredi, kritik, plan, pratik, problem, profesör, program, proje, propaganda, protein, prova, psikoloji, slogan, snop, spiker, spor, staj, stil, stüdyo, trafik, tren, triptik vb.
Bu tür birkaç alıntıda, söz başında veya iki ünsüz arasında bir ünlü türemiştir. Bu ünlü söylenişte de yazılışta da gösterilir: iskarpin, iskele, iskelet, istasyon, istatistik, kulüp vb.
2. İçinde yan yana iki veya daha fazla ünsüz bulunan Batı kökenli alıntılar, ünsüzler arasına ünlü konmadan yazılır: alafranga, apartman, biyografi, elektrik, gangster, kilogram, orkestra, paragraf, telgraf vb.
3. İki ünsüzle biten Batı kökenli alıntılar, ünsüzler arasına ünlü konmadan yazılır: film, form, lüks, modern, natürmort, psikiyatr, seks, slayt, teyp vb.
4. Batı kökenli alıntıların içindeki ve sonundaki g ünsüzleri olduğu gibi korunur: biyografi, diyagram, dogma, magma, monografi, paragraf, program; arkeolog, demagog, diyalog, filolog, jeolog, katalog, monolog, psikolog, ürolog vb.
Ancak fotoğraf ve topoğraf kelimelerinde g'ler, ğ'ye döner.
* * *
Aşağıdaki durumlarda Batı kökenli kelimeler özgün biçimleri ile yazılırlar:
1. Bilim, sanat ve uzmanlık dallarında kullanılan bazı terimler: andante (müzik), cuprum (kimya), deseptyl (eczacılık), quercus, terminus technicus (teknik terim) vb.
2. Latin yazı sistemini kullanan dillerden alınma deyim ve sözler: Veni, vidi, vici (Geldim, gördüm, yendim.); conditio sine qua non (Olmazsa olmaz.); eppur si muove (Dünya her şeye rağmen dönüyor.); to be or not to be (olmak veya olmamak); l'art pour l'art (Sanat sanat içindir.); l'Etat c'est moi (Devlet benim.); traduttore traditore (Çevirmen haindir.); persona non grata (istenmeyen kişi) vb.
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi. (Orhan Veli Kanık)
1. Etmek, edilmek, eylemek, olmak, olunmak yardımcı fiilleriyle kurulan birleşik fiiller, ilk kelimesinde herhangi bir ses düşmesi veya türemesine uğramazsa ayrı yazılır: alt etmek, arz etmek, azat etmek, dans etmek, el etmek, göç etmek, ilan etmek, kabul etmek, kul etmek, kul olmak, not etmek, oyun etmek, söz etmek, terk etmek, var olmak, yok etmek, yok olmak vb.
2. Birleşme sırasında kelimelerinden hiçbiri veya ikinci kelimesi anlam değişikliğine uğramayan birleşik kelimeler ayrı yazılır.
a. Hayvan türlerinden birinin adıyla kurulanlar:
ada balığı, ateş balığı, dil balığı, fulya balığı, kedi balığı, kılıç balığı, köpek balığı, ton balığı, yılan balığı; acı balık, bıyıklı balık, dikenli balık vb.
ardıç kuşu, arı kuşu, çalı kuşu, deve kuşu, muhabbet kuşu, saka kuşu, tarla kuşu, yağmur kuşu; alıcı kuş, boğmaklı kuş, makaralı kuş vb.
ağustos böceği, ateş böceği, cırcır böceği, hamam böceği, ipek böceği, uçuç böceği, uğur böceği; ağılı böcek, çalgıcı böcek, sümüklü böcek vb.
at sineği, et sineği, meyve sineği, sığır sineği, su sineği, uyuz sineği vb.
deniz yılanı, ok yılanı, su yılanı; Ankara keçisi, dağ keçisi, yaban keçisi; fındık faresi, tarla faresi; dağ sıçanı, tarla sıçanı; Beç tavuğu, dağ tavuğu; ada tavşanı, yaban tavşanı; kaya örümceği, şeytan örümceği; bal arısı, yaprak arısı; Pekin ördeği, deniz ördeği; Ankara kedisi, bozkır kedisi; Afrika domuzu, yer domuzu vb.
b. Bitki türlerinden birinin adıyla kurulanlar:
ayrık otu, beşparmak otu, çörek otu, eğrelti otu, güzelavrat otu, kelebek otu, ökse otu, pisipisi otu, taşkıran otu, yüksük otu; acı ot, sütlü ot vb.
ateş çiçeği, çuha çiçeği, güzelhatun çiçeği, ipek çiçeği, küpe çiçeği, lavanta çiçeği, mum çiçeği, yayla çiçeği, yıldız çiçeği; ölmez çiçek vb.
avize ağacı, ban ağacı, dantel ağacı, kâğıt ağacı, mantar ağacı, öd ağacı, pelesenk ağacı, tespih ağacı vb.
altın kökü, eğir kökü, helvacı kökü, meyan kökü; ek kök, saçak kök, yumru kök vb.
dağ elması, yer elması; çalı dikeni, deve dikeni; köpek üzümü, kuş üzümü; çakal armudu, dağ armudu; at kestanesi, kuzu kestanesi; can eriği, gövem eriği; kuzu mantarı, yer mantarı; su kamışı, şeker kamışı; dağ nanesi, taş nanesi; ayı gülü, Japon gülü; Antep fıstığı, çam fıstığı; sırık fasulyesi, soya fasulyesi; Amerikan bademi, taş bademi; Afrika menekşesi, deniz menekşesi; Japon sarmaşığı, kuzu sarmaşığı; Hint inciri, kavak inciri; armut kurusu, kayısı kurusu; kaya sarımsağı, köpek sarımsağı; şeker pancarı, yaban pancarı vb.
kuru fasulye, kuru incir, kuru soğan, kuru üzüm vb.
UYARI: Çiçek dışında anlamlar taşıyan baklaçiçeği (renk), narçiçeği (renk), suçiçeği (hastalık); ot dışında anlamlar taşıyan ağızotu (barut), sıçanotu (arsenik); ses düşmesine uğramış olan çöreotu ve yazımı gelenekleşmiş olan semizotu, dereotu bitişik yazılır.
c. Nesne, eşya ve alet adlarından biriyle kurulan birleşik kelimeler:
alçı taşı, bileği taşı, çakmak taşı, Hacıbektaş taşı, kireç taşı, lüle taşı, Oltu taşı, sünger taşı, yılan taşı; buzul taş, damla taş, dikili taş, kayağan taş, yaprak taş vb.
arap sabunu, el sabunu; kahve değirmeni, yel değirmeni; kahve dolabı, su dolabı; müzik odası, oturma odası; duvar saati, kol saati; duvar takvimi, masa takvimi; kriz masası, yemek masası; itfaiye aracı, kurtarma aracı; masa örtüsü, yatak örtüsü; el kitabı, okuma kitabı; Frenk gömleği, İngiliz anahtarı, İngiliz sicimi; alt geçit, tüp geçit, üst geçit; çekme demir, çekme kat, dolma kalem, dönme dolap, kesme kaya, toplu iğne, vurmalı çalgılar, vurmalı sazlar, yapma çiçek vb.
afyon ruhu, katran ruhu, lokman ruhu, nane ruhu, tuz ruhu vb.
ç. Yol ve ulaşımla ilgili birleşik kelimeler: Arnavut kaldırımı; çevre yolu, deniz yolu, hava yolu, kara yolu, keçi yolu; köprü yol vb.
d. Durum, olgu ve olay bildiren sözlerden biriyle kurulan birleşik kelimeler: açık oturum, açık öğretim, ana dili, Ay tutulması, baş ağrısı (hastalık), baş belası, baş dönmesi, çıkış yolu, çözüm yolu, dil birliği, din birliği, güç birliği, iş birliği, iş bölümü, madde başı, ses uyumu, yer çekimi vb.
e. Bilim ve bilgi sözleriyle kurulan birleşik kelimeler: anlam bilimi, dil bilimi, edebiyat bilimi, gök bilimi, halk bilimi, ruh bilimi, toplum bilimi, toprak bilimi, yer bilimi; dil bilgisi, halk bilgisi, ses bilgisi, şekil bilgisi vb.
f. Yuvar ve küre sözleriyle kurulan birleşik kelimeler: göz yuvarı, hava yuvarı, ısı yuvarı, ışık yuvarı, renk yuvarı, yer yuvarı; hava küre, ışık küre, su küre, taş küre, yarı küre, yarım küre vb.
g. Yiyecek, içecek adlarından biriyle kurulan birleşik kelimeler: bohça böreği, talaş böreği; badem yağı, kuyruk yağı; arpa suyu, maden suyu; tulum peyniri, beyaz peynir; Adana kebabı, tas kebabı; İnegöl köftesi, İzmir köftesi; ezogelin çorbası, yoğurt çorbası; irmik helvası, koz helva; acı badem kurabiyesi; Kemalpaşa tatlısı, yoğurt tatlısı; badem şekeri, kestane şekeri; balık yumurtası, lop yumurta vb.
burgu makarna, yüksük makarna; kakaolu kek, üzümlü kek; çiğ köfte, içli köfte; dolma biber, sivri biber; esmer şeker, kesme şeker; süzme yoğurt; yarma şeftali; kuru yemiş vb.
ğ. Gök cisimleri: Çoban Yıldızı, Kervan Yıldızı, Kutup Yıldızı, kuyruklu yıldız; gök taşı, hava taşı, meteor taşı vb.
h. Organ veya organ yerine geçen sözlerden biriyle kurulan birleşik kelimeler: patlak göz, süzgün göz; aşık kemiği, elmacık kemiği; serçe parmak, şehadet parmağı, yüzük parmağı; azı dişi, köpek dişi, süt dişi; kuyruk sokumu, safra kesesi; çatma kaş, takma diş, takma kirpik, takma kol; ekşi surat, kepçe surat; gaga burun (kimse), karga burun, kepçe kulak vb.
ı. Benzetme yoluyla insanın bir niteliğini anlatmak üzere bitki, hayvan ve nesne adlarıyla kurulan birleşik kelimeler: çetin ceviz, çöpsüz üzüm; eski kurt, sarı çıyan, sağmal inek; eski toprak, eski tüfek, kara maşa, sapsız balta, çakır pençe, demir yumruk, kuru kemik vb.
i. Zamanla ilgili birleşik kelimeler: bağ bozumu, gece yarısı, gün ortası, hafta başı, hafta sonu vb.
3. -r / -ar / -er, -maz / -mez ve -an / -en sıfat-fiil ekleriyle kurulan sıfat tamlaması yapısındaki birleşik kelimeler ayrı yazılır: bakar kör, çalar saat, çıkar yol, döner sermaye, güler yüz, koşar adım, yazar kasa, yeter sayı; çıkmaz sokak, geçmez akçe, görünmez kaza, ölmez çiçek, tükenmez kalem; akan yıldız, doyuran buhar, uçan daire vb.
4. Renk sözü veya renklerden birinin adıyla kurulmuş isim tamlaması yapısındaki renk adları ayrı yazılır: bal rengi, duman rengi, gümüş rengi, portakal rengi, saman rengi; ateş kırmızısı, boncuk mavisi, çivit mavisi, gece mavisi, limon sarısı, safra yeşili, süt kırı vb.
5. Rengin tonunu belirtmek üzere renkten önce kullanılan sıfatlar ayrı yazılır: açık mavi, açık yeşil, kara sarı, kirli sarı, koyu mavi, koyu yeşil vb.
6. Yer adlarında kullanılan batı, doğu, güney, kuzey, güneybatı, güneydoğu, kuzeybatı, kuzeydoğu, aşağı, yukarı, orta, iç, yakın, uzak kelimeleri ayrı yazılır: Batı Trakya, Doğu Anadolu, Güney Kutbu, Kuzey Amerika, Güneydoğu Anadolu, Aşağı Ayrancı, Yukarı Ayrancı, Orta Anadolu, Orta Asya, Orta Doğu, İç Asya, İç Anadolu, Yakın Doğu, Uzak Doğu vb.
7. Kişi adlarından oluşmuş mahalle, bulvar, cadde, sokak, ilçe, köy vb. yer ve kuruluş adlarında, sondaki ünvanlar hariç şahıs adları ayrı yazılır: Yunus Emre Mahallesi; Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, Ziya Gökalp Bulvarı; Nene Hatun Caddesi; Fevzi Çakmak Sokağı, Cemal Nadir Sokağı; Koca Mustafapaşa; Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi, Sütçü İmam Üniversitesi vb.
8. Dış, iç, sıra sözleriyle oluşturulan birleşik kelime ve terimler ayrı yazılır: ahlak dışı, çağ dışı, din dışı, kanun dışı, olağan dışı, yasa dışı; ceviz içi, hafta içi, yurt içi; aklı sıra, ardı sıra, peşi sıra, yanı sıra vb.
9. Somut olarak yer belirten alt ve üst sözleriyle oluşturulan birleşik kelime ve terimler ayrı yazılır: deri altı, su altı, toprak altı, yer altı (yüzey); böbrek üstü bezi, tepe üstü (en yüksek nokta) vb.
10. Alt, üst, ana, ön, art, arka, yan, karşı, iç, dış, orta, büyük, küçük, sağ, sol, peşin, bir, iki, tek, çok, çift sözlerinin başa getirilmesiyle oluşturulan birleşik kelime ve terimler ayrı yazılır: alt kurul, alt yazı; üst kat, üst küme; ana bilim dalı, ana dili; ön söz, ön yargı; art damak, art niyet; arka plan, arka teker; yan cümle, yan etki; karşı görüş, karşı oy; iç savaş, iç tüzük; dış borç, dış hat; orta kulak, orta oyunu; büyük dalga, büyük defter; küçük harf, küçük parmak; sağ açık, sağ bek; sol açık, sol bek; peşin fikir, peşin hüküm; bir gözeli, bir hücreli; iki anlamlı, iki eşeyli; tek eşli, tek hücreli; çok düzlemli, çok hücreli; çift ayaklılar, çift kanatlılar vb.
Bağlaç Olan da / de'nin Yazılışı
Bağlaç olan da / de ayrı yazılır ve kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne bağlı olarak büyük ünlü uyumuna uyar: Kızı da geldi gelini de. Durumu oğluna da bildirdi. Sen de mi kardeşim' Güç de olsa. Konuşur da konuşur.
UYARI: Ayrı yazılan da / de hiçbir zaman ta / te biçiminde yazılmaz: Gidip de gelmemek var, gelip de görmemek var (Gidip te gelmemek var, gelip te görmemek var değil)
UYARI: Ya sözüyle birlikte kullanılan da ayrı yazılır: ya da
UYARI: Da / de bağlacını kendisinden önceki kelimeden kesme ile ayırmak yanlıştır: Ayşe de geldi (Ayşe'de geldi değil). Kitabın kapağına da dikkat et (Kitabın kapağına'da dikkat et değil).
Belirtisiz isim tamlamaları, sıfat tamlamaları, isnat grupları, birleşik fiiller, ikilemeler, kısaltma grupları ve kalıplaşmış çekimli fiillerden oluşan ifadeler yeni bir kavramı karşıladıklarında birleşik kelime olurlar. Birleşik kelimeler belirli kurallar çerçevesinde bitişik veya ayrı olarak yazılır.
Birleşik kelimeler aşağıdaki durumlarda bitişik yazılırlar:
1. Ses düşmesine uğrayan birleşik kelimeler bitişik yazılır: birbiri (< biri biri), kaynana (< kayın ana), kaynata (< kayın ata), nasıl (< ne asıl), niçin (< ne için), pazartesi (< pazar ertesi), sütlaç (< sütlü aş) vb.
2. Özgün biçimleri tek heceli bazı Arapça kökenli kelimeler etmek, edilmek, eylemek, olmak, olunmak yardımcı fiilleriyle birleşirken ses düşmesine, ses değişmesine veya ses türemesine uğradıklarında bitişik yazılır: emretmek, menolunmak, cemetmek, kaybolmak; darbetmek, dercetmek, hamdetmek; affetmek, hissetmek, reddetmek vb.
3. Kelimelerden her ikisi veya ikincisi, birleşme sırasında anlam değişmesine uğradığında bu tür birleşik kelimeler bitişik yazılır.
a. Bitki adları: aslanağzı, civanperçemi, keçiboynuzu, kuşburnu, turnagagası, açıkağız, akkuyruk (çay), alabaş, altınbaş (kavun), altıparmak (palamut), beşbıyık (muşmula), çobançantası, karnıkara (börülce), katırtırnağı, kuşyemi, şeytanarabası, yılanyastığı, akşamsefası, camgüzeli, çadıruşağı, ayşekadın (fasulye), hafızali (üzüm), havvaanaeli, meryemanaeldiveni vb.
b. Hayvan adları: danaburnu (böcek), akbaş (kuş), alabacak (at), bağrıkara (kuş), beşparmak (deniz hayvanı), çakırkanat (ördek), kababurun (balık), kamçıkuyruk (koyun), kamışkulak (at), karagöz (balık), karafatma (böcek), kızılkanat (balık), sarıkuyruk (balık), yeşilbaş (ördek), sazkayası (balık), sırtıkara (balık), şeytaniğnesi, yalıçapkını (kuş), bozbakkal (kuş), bozyürük (yılan), karadul (örümcek) vb.
c. Hastalık adları: itdirseği (arpacık), delibaş, karabaş, karabacak vb.
ç. Alet ve eşya adları: balıkgözü (halka), deveboynu (boru), domuztırnağı (kanca), horozayağı (burgu), kargaburnu (alet), kedigözü (lamba), leylekgagası (alet), sıçankuyruğu (törpü), gagaburun (gemi), kancabaş (kayık), adayavrusu (tekne) vb.
d. Biçim, tarz, tür, motif vb. adlar: ayıbacağı (yelken biçimi), balıksırtı (desen), civankaşı (nakış), eşeksırtı (çatı biçimi), kazkanadı (oyun), kırlangıçkuyruğu (işaret), koçboynuzu (desen), köpekkuyruğu (yağlı güreş), sıçandişi (dikiş), balgümeci (dikiş), beşikörtüsü (çatı biçimi), turnageçidi (fırtına) vb.
e. Yiyecek adları: hanımgöbeği (tatlı), kadınbudu (köfte), kedidili (bisküvi), dilberdudağı (tatlı), tavukgöğsü (tatlı), vezirparmağı (tatlı), bülbülyuvası (tatlı), kuşlokumu (kurabiye), alinazik (kebap) vb.
f. Oyun adları: beştaş, dokuztaş, üçtaş vb.
g. Gök cisimlerinin adları: Altıkardeş (yıldız kümesi), Arıkovanı (yıldız kümesi), Büyükayı (yıldız kümesi), Demirkazık (yıldız), Küçükayı (yıldız kümesi), Kervankıran (yıldız), Samanyolu (yıldız kümesi), Yedikardeş (yıldız kümesi) vb.
ğ. Renk adları: baklaçiçeği, balköpüğü, camgöbeği, devetüyü, fildişi, gülkurusu, kavuniçi, narçiçeği, ördekbaşı, ördekgagası, tavşanağzı, tavşankanı, turnagözü, vapurdumanı, vişneçürüğü, yavruağzı vb.
h. Oğlu, kızı sözleri: çapanoğlu, eloğlu, hinoğluhin, elkızı vb.
4. -a, -e, -ı, -i, -u, -ü zarf-fiil ekleriyle bilmek, vermek, kalmak, durmak, gelmek ve yazmak fiilleriyle yapılan tasvirî fiiller bitişik yazılır: düşünebilmek, sevebilmek; alıvermek, gülüvermek; uyuyakalmak; gidedurmak, yazadurmak; çıkagelmek, süregelmek; düşeyazmak, öleyazmak vb.
5. Bir veya iki ögesi emir kipiyle kurulan kalıplaşmış birleşik kelimeler bitişik yazılır: albeni, ateşkes, çalçene, çalyaka, dönbaba, gelberi, incitmebeni, sallabaş, sallasırt, unutmabeni; batçık, çekyat, geçgeç, kaçgöç, kapkaç, örtbas, seçal, tutkal, veryansın, yapboz, yazboz vb.
6. -an/-en, -r/-ar/-er/-ır/-ir, -maz/-mez ve -mış/-miş sıfat-fiil ekleriyle kurulan kalıplaşmış birleşik kelimeler bitişik yazılır: alaybozan, cankurtaran, çöpçatan, dalgakıran, demirkapan, gökdelen, yelkesen; akımtoplar, altıpatlar, barışsever, basınçölçer, özezer, pürüzalır; baştanımaz, değerbilmez, etyemez, hacıyatmaz, kadirbilmez, karıncaezmez, kuşkonmaz, külyutmaz, tanrıtanımaz, varyemez; çokbilmiş, güngörmüş vb.
7. İkinci kelimesi -dı (-di / -du / -dü, -tı / -ti / -tu / -tü) kalıplaşmış belirli geçmiş zaman ekleriyle kurulan birleşik kelimeler bitişik yazılır: albastı, ciğerdeldi, çıtkırıldım, dalbastı, fırdöndü, gecekondu, gündöndü, hünkârbeğendi, imambayıldı, karyağdı, külbastı, mirasyedi, papazkaçtı, serdengeçti, şıpsevdi, zıpçıktı vb.
8. Her iki kelimesi de -dı (-di / -du / -dü, -tı / -ti / -tu / -tü) belirli geçmiş zaman veya -r /-ar /-er geniş zaman eklerini almış ve kalıplaşmış bulunan birleşik kelimeler bitişik yazılır: dedikodu, kaptıkaçtı, oldubitti, uçtuuçtu; biçerbağlar, biçerdöver, göçerkonar, kazaratar, konargöçer, okuryazar, uyurgezer, yanardöner, yüzergezer vb.
Aynı yapıda olan çakaralmaz kelimesi de bitişik yazılır.
9. Somut olarak yer bildirmeyen alt, üst ve üzeri sözlerinin sona getirilmesiyle kurulan birleşik kelimeler bitişik yazılır: ayakaltı, bilinçaltı, gözaltı (gözetim), şuuraltı; akşamüstü, ayaküstü, bayramüstü, gerçeküstü, ikindiüstü, olağanüstü, öğleüstü, öğleüzeri, suçüstü, yüzüstü; akşamüzeri, ayaküzeri vb.
10. İki veya daha çok kelimenin birleşmesinden oluşmuş kişi adları, soyadları ve lakaplar bitişik yazılır: Alper, Birol, Gülnihal, Gülseren, Şenol, Varol; Abasıyanık, Adıvar, Atatürk, Gökalp, Güntekin, İnönü, Karaosmanoğlu, Tanpınar, Yurdakul; Boynueğri Mehmet Paşa, Tepedelenli Ali Paşa, Yirmisekiz Çelebi Mehmet, Yedisekiz Hasan Paşa vb.
11. İki veya daha çok kelimeden oluşmuş il, ilçe, semt vb. yer adları bitişik yazılır: Çanakkale, Gümüşhane; Acıpayam, Pınarbaşı, Şebinkarahisar; Beşiktaş, Kabataş vb.
Şehir, köy, mahalle, dağ, tepe, deniz, göl, ırmak, su, çay vb. kelimelerle kurulmuş sıfat tamlaması ve belirtisiz isim tamlaması kalıbındaki yer adları bitişik yazılır: Akşehir, Eskişehir, Suşehri, Yenişehir; Atakent, Batıkent, Konutkent, Korukent; Çengelköy; Yenimahalle; Karadağ, Uludağ; Kocatepe, Tınaztepe; Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz; Acıgöl; Kızılırmak, Yeşilırmak; İncesu, Karasu, Sarısu; Akçay vb.
12. Kişi adları ve ünvanlarından oluşmuş mahalle, meydan, köy vb. yer ve kuruluş adlarında, ünvan kelimesi sonda ise gelenekleşmiş olarak bitişik yazılır: Abidinpaşa, Bayrampaşa, Davutpaşa, Gazi Osmanpaşa (mahalle); Ertuğrulgazi (ilçe), Kemalpaşa (ilçe); Mustafabey (cadde), Necatibey (cadde) vb.
13. Ara yönleri belirten kelimeler bitişik yazılır: güneybatı, güneydoğu, kuzeybatı, kuzeydoğu
14. Dilimizde her iki ögesi de asıl anlamını koruduğu hâlde yaygın bir biçimde gelenekleşmiş olarak bitişik yazılan kelimeler de vardır:
a. Baş sözüyle oluşturulan sıfat tamlamaları: başağırlık, başbakan, başbayan, başçavuş, başeser, başfiyat, başhekim, başhemşire, başkahraman, başkent, başkomutan, başköşe, başmüfettiş, başöğretmen, başparmak, başpehlivan, başrol, başsavcı, başyazar vb.
b. Bir topluluğun yöneticisi anlamındaki başı sözüyle oluşturulan belirtisiz isim tamlamaları: aşçıbaşı, binbaşı, çarkçıbaşı, çeribaşı, elebaşı, mehterbaşı, onbaşı, ustabaşı, yüzbaşı vb.
c. Ağa, baba, bey, efendi, hanım, nine vb. sözlerle kurulan birleşik kelimeler: ağababa, ağabey, beyefendi, efendibaba, hanımanne, hanımefendi, hacıağa, kadınnine, paşababa vb.
ç. Biraz, birçok, birçoğu, birkaç, birkaçı, birtakım, herhangi, hiçbir, hiçbiri belirsizlik sıfat ve zamirleri de gelenekleşmiş olarak bitişik yazılır.
15. Ev kelimesiyle kurulan birleşik kelimeler bitişik yazılır: aşevi, bakımevi, basımevi, doğumevi, gözlemevi, huzurevi, kahveevi, konukevi, orduevi, öğretmenevi, polisevi, yayınevi vb.
16. Hane, name, zade kelimeleriyle oluşturulan birleşik kelimeler bitişik yazılır: çayhane, dershane, kahvehane, yazıhane; beyanname, kanunname, seyahatname, siyasetname; amcazade, dayızade, teyzezade vb.
17. -zede ile oluşturulmuş birleşik kelimeler bitişik yazılır: depremzede, afetzede, selzede, kazazede vb.
18. Farsça kurala göre oluşturulan sözler bitişik yazılır: âlemşümul, cihanşümul; darıdünya, ehlibeyit, ehvenişer, erkânıharp, gayrimenkul, gayrimeşru, Kuvayımilliye, Misakımillî, suikast; cürmümeşhut, hamdüsena, hercümerç, hüsnükuruntu, hüsnüniyet vb.
19. Arapça kurala göre oluşturulan sözler bitişik yazılır: aliyyülâlâ, ceffelkalem, darülaceze, darülfünun, daüssıla, fevkalade, fevkalbeşer, hıfzıssıhha, hüvelbaki, şeyhülislam, tahtelbahir, tahteşşuur; aleykümselam, Allahualem, bismillah, fenafillah, fisebilillah, hafazanallah, inşallah, maşallah, velhasıl vb.
20. Müzikte kullanılan makam adları bitişik yazılır: acembuselik, hisarbuselik, muhayyerkürdi vb.
UYARI: Bir sıfatla oluşturulan usul adlarında sıfat ayrı yazılır: ağır aksak, yürük aksak, yürük semai vb.
21. Kanunda bitişik geçen veya bitişik olarak tescil ettirilmiş olan kuruluş adları bitişik yazılır: İçişleri, Dışişleri, Genelkurmay, Yükseköğretim Kurulu, Açıköğretim Fakültesi, Gaziosmanpaşa Üniversitesi vb.
22. Renk adlarıyla kurulan bitki, hayvan veya hastalık adları bitişik yazılır: akağaç, alacamenekşe, karadut, sarıçiçek; alabalık, beyazsinek, bozayı; aksu, akbasma, mavihastalık, maviküf vb.
Bulunma durumu eki getirildiği kelimeye bitişik yazılır: devede (deve-de) kulak, yolda (yol-da) kalmak, ayakta (ayak-ta) durmak, işte (iş-te) çalışmak vb.
Yurtta sulh, cihanda sulh. (Atatürk)
A.Cümle büyük harfle başlar: Ak akçe kara gün içindir.
Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. (Atatürk)
Cümle içinde tırnak veya yay ayraç içine alınan cümleler büyük harfle başlar ve sonlarına uygun noktalama işareti (nokta, soru, ünlem vb.) konur:
Atatürk 'Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!' diyor.
Anadolu kentlerini, köylerini (Köy sözünü de çekinerek yazıyorum.) gezsek bile görmek için değil, kendimizi göstermek için geziyoruz. (Nurullah Ataç)
UYARI: İki çizgi arasındaki açıklama cümleleri büyük harfle başlamaz:
Bir zamanlar -bu zamanlar çok da uzak değildir, bundan on, on iki yıl önce- Türk saltanatının maddi sınırları uçsuz bucaksız denilecek kadar genişti. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
Bu sefer de onları -her zamanki yerlerinde bulmak ihtimaliyle- farkında olmadan aramıştım. (Ahmet Hamdi Tanpınar)
İki noktadan sonra gelen cümleler büyük harfle başlar:
Menfaat sandalyeye benzer: Başında taşırsan seni küçültür, ayağının altına alırsan yükseltir. (Cenap Şahabettin)
UYARI: İki noktadan sonra cümle ve özel ad niteliğinde olmayan örnekler sıralandığında bunlar büyük harfle başlamaz:
Bu eskiliği siz de çok evde görmüşsünüzdür: duvarlarda çiviler, çivi yerleri, lekeler' (Memduh Şevket Esendal)
UYARI: Rakamla başlayan cümlelerde rakamdan sonra gelen kelime özel ad değilse büyük harfle başlamaz: 2007 yılında Türk Dil Kurumunun 75. yılını kutladık.
Örnek niteliğindeki kelimelerle başlayan cümlede de ilk harf büyük yazılır: 'Banka, bütçe, devlet, fındık, kanepe, menekşe, şemsiye' gibi yüzlerce kelime, kökenleri yabancı olmakla birlikte artık dilimizin malı olmuştur.
"Et-, ol-" fiilleri, dilimizde en sık kullanılan yardımcı fiillerdir.
B. Dizeler büyük harfle başlar:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. (Muhibbi)
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. (Mehmet Akif Ersoy)
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik. (Yahya Kemal Beyatlı)
C. Özel adlar büyük harfle başlar:
1. Kişi adlarıyla soyadları büyük harfle başlar: Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Ahmet Haşim, Sait Faik Abasıyanık, Yunus Emre, Karacaoğlan, Âşık Ömer, Wolfgang von Goethe, Vilhelm Thomsen vb.
Takma adlar da büyük harfle başlar: Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman), Demirtaş (Ziya Gökalp), Tarhan (Ömer Seyfettin), Aka Gündüz (Hüseyin Avni, Enis Avni), Kirpi (Refik Halit Karay), Deli Ozan (Faruk Nafiz Çamlıbel), Server Bedi (Peyami Safa), İrfan Kudret (Cahit Sıtkı Tarancı), Mehmet Ali Sel (Orhan Veli Kanık) vb.
2. Kişi adlarından önce ve sonra gelen ünvanlar, saygı sözleri, rütbe adları ve lakaplar büyük harfle başlar: Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Kaymakam Erol Bey, Dr. Alâaddin Yavaşça; Sayın Prof. Dr. Hasan Eren; Mustafa Efendi, Zeynep Hanım, Bay Ali Çiçekçi; Mareşal Fevzi Çakmak, Yüzbaşı Cengiz Topel; Mimar Sinan, Fatih Sultan Mehmet, Genç Osman, Deli Petro vb.
Akrabalık adı olup lakap veya ünvan olarak kullanılan kelimeler büyük harfle başlar: Baba Gündüz, Dayı Kemal, Hala Sultan, Nene Hatun; Gül Baba, Susuz Dede, Telli Baba vb.
UYARI: Akrabalık bildiren kelimeler küçük harfle başlar: Tülay ablama gittim. Ayşe teyzemin keki çok güzel.
3. Cümle içinde özel adın yerine kullanılan makam veya ünvan sözleri büyük harfle başlar: Uzak Doğu'dan gelen heyeti Vali dün kabul etti.
4. Saygı bildiren sözlerden sonra gelen ve makam, mevki, ünvan bildiren kelimeler büyük harfle başlar:
Sayın Bakan,
Sayın Başkan,
Sayın Rektör,
Sayın Vali,
Mektuplarda ve resmî yazışmalarda hitaplar büyük harfle başlar:
Sevgili Kardeşim,
Aziz Dostum,
Değerli Dinleyiciler,
5. Hayvanlara verilen özel adlar büyük harfle başlar: Boncuk, Fındık, Minnoş, Pamuk vb.
6. Millet, boy, oymak adları büyük harfle başlar: Alman, Arap, İngiliz, Japon, Rus, Türk; Kazak, Kırgız, Oğuz, Özbek, Tatar; Hacımusalı, Karakeçili vb.
7. Dil ve lehçe adları büyük harfle başlar: Türkçe, Almanca, İngilizce, Rusça, Arapça; Oğuzca, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca vb.
8. Devlet adları büyük harfle başlar: Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan, Azerbaycan, Kırım Özerk Cumhuriyeti vb.
9. Din ve mezhep adları ile bunların mensuplarını bildiren sözler büyük harfle başlar: Müslümanlık, Müslüman; Hristiyanlık, Hristiyan; Musevilik, Musevi; Budizm, Budist; Hanefilik, Hanefi; Katoliklik, Katolik vb.
10. Din ve mitoloji ile ilgili özel adlar büyük harfle başlar: Tanrı, Allah, İlah, Cebrail, Zeus, Osiris, Kibele vb.
UYARI: "Tanrı, Allah, İlah" sözleri özel ad olarak kullanılmadıklarında küçük harfle başlar: Eski Yunan tanrıları. Müzik dünyasının ilahı.
"Amerika'da kaçakçılığın allahları vardır." (Tarık Buğra)
11. Gezegen ve yıldız adları büyük harfle başlar: Merkür, Neptün, Satürn; Halley vb.
UYARI: Dünya, güneş, ay kelimeleri gezegen anlamı dışında kullanıldıklarında küçük harfle başlar:
Biz dünyadan ayrı yaşarken dünya epey değişmiş. (Hüseyin Cahit Yalçın)
12. Düşünce, hayat tarzı, politika vb. anlamlar bildirdiğinde doğu ve batı sözlerinin ilk harfleri büyük yazılır: Batı medeniyeti, Doğu mistisizmi vb.
UYARI: Bu sözler yön bildirdiğinde küçük yazılır: Bursa'nın doğusu, Ankara'nın batısı vb.
13. Yer adları (kıta, bölge, il, ilçe, köy, semt vb.) büyük harfle başlar: Afrika, Asya; Güneydoğu Anadolu, İç Anadolu; İstanbul, Taşkent; Turgutlu, Ürgüp; Akçaköy, Çayırbağı; Bahçelievler, Kızılay, Sarıyer vb.
14. Yer adlarında ilk isimden sonra gelen ve deniz, nehir, göl, dağ, boğaz vb. tür bildiren ikinci isimler büyük harfle başlar: Ağrı Dağı, Aral Gölü, Asya Yakası, Çanakkale Boğazı, Dicle Irmağı, Ege Denizi, Erciyes Dağı, Fırat Nehri, Süveyş Kanalı, Tuna Nehri, Van Gölü, Zigana Geçidi vb.
UYARI: Özel ada dâhil olmayıp tamlama kuran şehir, il, ilçe, belde, köy vb. sözler küçük harfle başlar: Konya ili, Etimesgut ilçesi, Uzungöl beldesi, Taflan köyü vb.
15. Mahalle, meydan, bulvar, cadde, sokak adlarında geçen mahalle, meydan, bulvar, cadde, sokak kelimeleri büyük harfle başlar: Halit Rifat Paşa Mahallesi, Yunus Emre Mahallesi, Karaköy Meydanı, Zafer Meydanı, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, Ziya Gökalp Bulvarı, Nene Hatun Caddesi, Cemal Nadir Sokağı, İnkılap Sokağı vb.
16. Saray, köşk, han, kale, köprü, kule, anıt vb. yapı adlarının bütün kelimeleri büyük harfle başlar: Dolmabahçe Sarayı, İshakpaşa Sarayı, Çankaya Köşkü, Horozlu Han, Ankara Kalesi, Alanya Kalesi, Galata Köprüsü, Mostar Köprüsü, Beyazıt Kulesi, Zafer Abidesi, Bilge Kağan Anıtı vb.
17. Yer bildiren özel isimlerde kısaltmalı söyleyiş söz konusu olduğunda, yer adının ilk harfi büyük yazılır: Hisar'dan, Boğaz'dan, Köşk'e vb.
18. Kurum, kuruluş ve kurul adlarının her kelimesi büyük harfle başlar: Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk Dil Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Devlet Malzeme Ofisi, Millî Kütüphane, Çocuk Esirgeme Kurumu, Atatürk Orman Çiftliği, Çankaya Lisesi; Anadolu Kulübü, Mavi Köşe Bakkaliyesi; Türk Ocağı, Yeşilay Derneği, Muharip Gaziler Derneği, Emek İnşaat; Bakanlar Kurulu, Türk Dili Dergisi Yayın Danışma Kurulu, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı; Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü vb.
19. Kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge, genelge adlarının her kelimesi büyük harfle başlar: Medeni Kanun, Türk Bayrağı Tüzüğü, Telif Hakkı Yayın ve Satış Yönetmeliği vb.
20. Kurum, kuruluş, kurul, merkez, bakanlık, üniversite, fakülte, bölüm, kanun, tüzük, yönetmelik ve makam sözleri asılları kastedildiğinde büyük harfle başlar:
Türkiye Büyük Millet Meclisi her yıl 1 Ekim'de toplanır. Bu yıl ise Meclis, yeni döneme erken başlayacak.
Türk Dil Kurumu çalışmalarını titizlikle sürdürüyor. Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, Kurumun 21 Mayıs 2009 tarihinde Kars'ta düzenlediği toplantıda kullanıma açıldı.
2876 sayılı Kanun bu yıl yeniden gözden geçiriliyor.
Yazarlara ödenecek telif ücreti, Telif Hakkı Yayın ve Satış Yönetmeliği'ne göre düzenlenmektedir. Yapılan işlem Yönetmelik'in 4'üncü maddesine aykırı düşmektedir.
21. Kitap, dergi, gazete ve sanat eserlerinin (tablo, heykel, beste vb.) her kelimesi büyük harfle başlar: Nutuk, Safahat, Kendi Gök Kubbemiz, Anadolu Notları, Sinekli Bakkal; Türk Dili, Türk Kültürü, Varlık; Resmî Gazete, Hürriyet, Milliyet, Türkiye, Yeni Asır; Kaplumbağa Terbiyecisi; Yorgun Herkül; Saraydan Kız Kaçırma, Onuncu Yıl Marşı vb.
UYARI: Özel ada dâhil olmayan gazete, dergi, tablo vb. sözler büyük harfle başlamaz: Milliyet gazetesi, Türk Dili dergisi, Halı Dokuyan Kızlar tablosu vb.
UYARI: Kitap, makale, tiyatro eseri, kurum adı vb. özel adlarda yer alan kelimelerin ilk harfleri büyük yazıldığında ve, ile, ya, veya, yahut, ki, da, de sözleriyle mı, mi, mu, mü soru eki küçük harfle yazılır: Mai ve Siyah, Suç ve Ceza, Leyla ile Mecnun, Turfanda mı, Turfa mı', Diyorlar ki, Dünyaya İkinci Geliş yahut Sır İçinde Esrar, Ya Devlet Başa ya Kuzgun Leşe, Ben de Yazdım, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu vb. Özel adın tamamı büyük yazıldığında ve, ile, ya, veya, yahut, ki, da, de sözleriyle mı, mi, mu, mü soru eki de büyük harfle yazılır: DİL VE TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ vb.
22. Ulusal, resmî ve dinî bayramlarla anma ve kutlama günlerinin adları büyük harfle başlar: Cumhuriyet Bayramı, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı, Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı, Nevruz Bayramı, Miraç Kandili; Anneler Günü, Öğretmenler Günü, Dünya Tiyatro Günü, 14 Mart Tıp Bayramı, Hıdırellez vb.
23. Kurultay, bilgi şöleni, çalıştay, açık oturum vb. toplantıların adlarında her kelimenin ilk harfi büyük yazılır: VI. Uluslararası Türk Dili Kurultayı, Kitle İletişim Araçlarında Türkçenin Kullanımı Bilgi Şöleni, Karamanlı Türkçesi Araştırmaları Çalıştayı vb.
24. Tarihî olay, çağ ve dönem adları büyük harfle başlar: Kurtuluş Savaşı, Millî Mücadele, Cilalı Taş Devri, İlk Çağ, Lale Devri, Cahiliye Dönemi, Buzul Dönemi, Millî Edebiyat Dönemi, Servetifünun Dönemi'nin, Tanzimat Dönemi'nde vb.
25. Özel adlardan türetilen bütün kelimeler büyük harfle başlar: Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Asyalılık, Darvinci, Konyalı, Bursalı vb.
UYARI: Özel ad kendi anlamı dışında yeni bir anlam kazanmışsa büyük harfle başlamaz: acem (Türk müziğinde bir perde), hicaz (Türk müziğinde bir makam), nihavent (Türk müziğinde bir makam), amper (elektrik akımında şiddet birimi), jul (fizikte iş birimi), allahlık (saf, zararsız kimse), donkişotluk (gereği yokken kahramanlık göstermeye kalkışma) vb.
UYARI: Para birimleri büyük harfle başlamaz: avro, dinar, dolar, lira, kuruş, liret vb.
UYARI: Özel adlar yerine kullanılan "o" zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz.
UYARI: Müzikte kullanılan makam ve tür adları büyük harfle başlamaz: acemaşiran, acembuselik, bayati, hicazkâr, türkü, varsağı, bayatı vb.
26. Yer, millet ve kişi adlarıyla kurulan birleşik kelimelerde sadece özel adlar büyük harfle başlar: Antep fıstığı, Brüksel lahanası, Frenk gömleği, Hindistan cevizi, İngiliz anahtarı, Japon gülü, Maraş dondurması, Van kedisi vb.
Ç. Belirli bir tarih bildiren ay ve gün adları büyük harfle başlar: 29 Mayıs 1453 Salı günü, 29 Ekim 1923, 28 Aralık 1982'de göreve başladı. Lale Festivali 25 Haziran'da başlayacak.
Belirli bir tarihi belirtmeyen ay ve gün adları küçük harfle başlar: Okullar genellikle eylülün ikinci haftasında öğretime başlar. Yürütme Kurulu toplantılarını perşembe günleri yaparız.
D. Tabela, levha ve levha niteliğindeki yazılarda geçen kelimeler büyük harfle başlar: Giriş, Çıkış, Müdür, Vezne, Başkan, Doktor, Otobüs Durağı, Dolmuş Durağı, Şehirler Arası Telefon, 3. Kat, 4. Sınıf, 1. Blok vb.
E. Kitap, bildiri, makale vb.nde ana başlıktaki kelimelerin tamamı, alt başlıktaki kelimelerin ise yalnızca ilk harfleri büyük olarak yazılır.
F. Kitap, dergi vb.nde bulunan resim, çizelge, tablo vb.nin altında yer alan açıklayıcı yazılar büyük harfle başlar. Açıklayıcı yazı, cümle niteliğinde değilse sonuna nokta konmaz.
Bir kelimenin birinci hecesinde kalın bir ünlü (a, ı, o, u) bulunuyorsa diğer hecelerdeki ünlüler de kalın, ince bir ünlü (e, i, ö, ü) bulunuyorsa diğer hecelerdeki ünlüler de ince olur: adım, ayak, boyunduruk, burun, dalga, dudak, kırlangıç; beşik, bilezik, gelincik, gözlük, üzengi, vergi, yüzük vb.
Büyük ünlü uyumuna aykırı olan Türkçe kelimeler de vardır: anne, dahi, elma, hangi, hani, inanmak, kardeş, şişman vb.
Alıntı kelimelerde büyük ünlü uyumu aranmaz: ahenk, badem, ceylan, çiroz, dükkân, fidan, gazete, hamsi, kestane, limon, model, nişasta, otomatik, pehlivan, selam, tiyatro, viraj, ziyaret vb.
Bitişik yazılan birleşik kelimelerde büyük ünlü uyumu aranmaz: açıkgöz, bilgisayar, çekyat, hanımeli vb.
-gil, -ken, -leyin, -mtırak, -yor ekleri büyük ünlü uyumuna uymaz: akşam-leyin, bakla-gil-ler, çalışır-ken, ekşi-mtırak, yürü-yor vb.
-daş (-taş) eki bazı kelimelerde büyük ünlü uyumuna uymaz: din-daş, gönül-daş, meslek-taş, ülkü-daş vb.
-ki aitlik eki büyük ünlü uyumuna uymaz: akşamki, duvardaki, karşıki, onunki, yarınki, yoldaki vb.
Büyük ünlü uyumuna girmeyen kelimelere gelen ekler, kalınlık incelik bakımından son hecenin ünlüsüne uyar: adalet-li, anne-si, kardeş-lik, meslektaş-ımız, şişman-lık vb.
Bazı alıntı kelimelerde ekler bu uyuma girmez: idrak-i, meçhul-e, mentol-de, sembol-ler vb.
Son ünlüleri kalın sıradan olmasına karşın son sesleri ince söylenen bazı alıntı kelimeler ince ünlülü ekler alır: alkol / alkolü, hakikat / hakikati, helal / helalimiz, idrak / idrakimiz, kabul / kabulü, kontrol / kontrolü, protokol / protokole, saat / saate, sadakat / sadakati, santral / santraller vb.
Deyimler ayrı yazılır: akıntıya kürek çekmek, çam devirmek, çanak tutmak, gönlünden geçirmek, göz atmak, kulak asmak, kulak vermek, çantada keklik, devede kulak, yağlı kuyruk, yüz görümlüğü vb.
Düzeltme işaretinin kullanılacağı yerler aşağıda gösterilmiştir:
1. Yazılışları bir, anlamları ve söylenişleri ayrı olan kelimeleri ayırt etmek için okunuşları uzun olan ünlülerin üzerine konur: adem (yokluk), âdem (insan); adet (sayı), âdet (gelenek, alışkanlık); alem (bayrak), âlem (dünya, evren); aşık (eklem kemiği), âşık (vurgun, tutkun); hal (sebze, meyve vb. satılan yer), hâl (durum, vaziyet); hala (babanın kız kardeşi), hâlâ (henüz); rahim (esirgeme), rahîm (koruyan, acıyan); şura (şu yer), şûra (danışma kurulu) vb.
UYARI: Katil (
2. Arapça ve Farsçadan dilimize giren birtakım kelimelerle özel adlarda bulunan ince g, k ünsüzlerinden sonra gelen a ve u ünlüleri üzerine konur: dergâh, gâvur, karargâh, tezgâh, yadigâr, Nigâr; dükkân, hikâye, kâfir, kâğıt, Hakkâri, Kâzım; gülgûn, merzengûş; mahkûm, mezkûr, sükûn, sükût vb. Kişi ve yer adlarında ince l ünsüzünden sonra gelen a ve u ünlüleri de düzeltme işareti ile yazılır: Halûk, Lâle, Nalân; Balâ, Elâzığ, İslâhiye, Lâdik, Lâpseki, Selânik vb.
3. Nispet ekinin, belirtme durumu ve iyelik ekiyle karışmasını önlemek için kullanılır: (Türk) askeri ve askerî (okul), (İslam) dini ve dinî (bilgiler), (fizik) ilmi ve ilmî (tartışmalar), (Atatürk'ün) resmi ve resmî (kuruluşlar) vb.
Nispet eki alan kelimelere Türkçe ekler getirildiğinde düzeltme işareti olduğu gibi kalır: millîleştirmek, millîlik, resmîleştirmek, resmîlik vb.
Ek-fiilin Yazılışı
Ek-fiilin çekimli biçimleri (idi, imiş, ise) ayrı yazılabildiği gibi bitişik olarak da yazılabilir.
Ünsüzle biten kelimelere bitişik olarak yazıldığında i ünlüsü düşer, ayrıca büyük ünlü uyumuna uyar: yorgun-du (yorgun idi), güzel-miş (güzel imiş), gelir-se (gelir ise) vb.
Ünlüyle biten kelimelere bitişik olarak yazıldığında araya y ünsüzü girer ve başındaki i ünlüsü düşer, ayrıca büyük ünlü uyumuna uyar: sonuncu-y-du (sonuncu idi), yabancı-y-mış (yabancı imiş), ne-y-se (ne ise) vb.
Ek-fiilin zarf-fiil eki almış biçimi olan iken ayrı yazılabildiği gibi kelimelere eklenerek de yazılabilir.
Eklenerek yazıldığında baştaki i düşer. Eklendiği kelimenin ünlüleri kalın olsa da -ken zarf-fiil ekinin ünlüsü ince kalır: başlayacak-ken (başlayacak iken), çalışıyor-ken (çalışıyor iken), durgun-ken (durgun iken), okur-ken (okur iken), olgun-ken (olgun iken), uyur-ken (uyur iken), yazar-ken (yazar iken); geliyor-ken (geliyor iken), gülmüş-ken (gülmüş iken), öğretmen-ken (öğretmen iken) vb.
iken, ünlüyle biten kelimelere bitişik olarak yazıldığında araya y ünsüzü girer ve başındaki i ünlüsü düşer: evde-y-ken (evde iken), okulda-y-ken (okulda iken), okumakta-y-ken (okumakta iken), yolda-y-ken (yolda iken) vb.
Fiil Çekimi ile İlgili Yazılışlar
-a / -e, -acak / -ecek, -ayım / -eyim, -alım / -elim, -an / -en vb. eklerden önce gelen ünlü veya ekin geniş ünlüsü söyleyişe bakılmaksızın a / e ile yazılır: başlaya, gelmeye; başlayacağım, gelmeyeceksin; başlayayım, geleyim; başlayalım, gelmeyelim; başlayan, gelmeyen vb.
Türkçede kelime içinde iki ünlü arasındaki ünsüz, kendinden sonraki ünlüyle hece kurar: a-ra-ba, bi-çi-mi-ne, in-sa-nın, ka-ra-ca vb.
Kelime içinde yan yana gelen iki ünsüzden ilki kendinden önceki ünlüyle, ikincisi kendinden sonraki ünlüyle hece kurar: al-dı, bir-lik, sev-mek vb.
Kelime içinde yan yana gelen üç ünsüz harften ilk ikisi kendinden önceki ünlüyle, üçüncüsü kendinden sonraki ünlüyle hece kurar: alt-lık, Türk-çe, kork-mak vb.
Batı kökenli kelimeler, Türkçenin hece yapısına göre hecelere ayrılır: band-rol, kont-rol, port-re, prog-ram, sant-ral, sürp-riz, tund-ra, volf-ram vb.
Türkçede satır sonunda kelimeler bölünebilir fakat heceler bölünemez. Satıra sığmayan kelimeler bölünürken satır sonuna kısa çizgi (-) konur.
Burasını ilk defa görüyormuş gibi duvarlara, perdelere, möblelere, eş-
yalara bakıyor, hayret ediyordu. Bütün bu muhitte Türk hayatına, Türk ruhu-
na ait bir gölge, bir çizgi bile yoktu. Birden Bursa'daki çocukluğunun geçti-
ği babaevini hatırladı; sofada rahat ve beyaz örtülü divanlar vardı. (Ömer Seyfettin)
İlk heceden sonraki heceler ünsüzle başlar. Bitişik yazılan kelimelerde de bu kurala uyulur: ba-şöğ-ret-men, il-ko-kul, Ka-ra-os-ma-noğ-lu vb.
Ayırmada satır sonunda ve satır başında tek harf bırakılmaz:
'''''''''''''''''''''''''''''''''''.. u-
çurtma değil,
''''''''''''''''''''''''''''''''''uçurt-
ma;
...................................................................müdafa-
a değil,
................................................................... müda-
faa;
Kesme işareti satır sonuna geldiğinde yalnız kesme işareti kullanılır; ayrıca çizgi kullanılmaz.
................................................................. Edirne'
nin...
.................................................................. Ankara'
dan.......
.................................................................. 1996'
da...
İkilemeler ayrı yazılır: adım adım, ağır ağır, akın akın, allak bullak, aval aval (bakmak), çeşit çeşit, derin derin, gide gide, güzel güzel, karış karış, kös kös (dinlemek), kucak kucak, şıpır şıpır, tak tak (vurmak), takım takım, tıkır tıkır, yavaş yavaş, kırk elli (yıl), üç beş (kişi), yüz yüz elli (yıllık) vb.
bata çıka, çoluk çocuk, düşe kalka, eciş bücüş, eğri büğrü, enine boyuna, eski püskü, ev bark, konu komşu, pılı pırtı, salkım saçak, sere serpe, soy sop, süklüm püklüm, yana yakıla, yarım yamalak vb.
m ile yapılmış ikilemeler de ayrı yazılır: at mat, çocuk mocuk, dolap molap, kapı mapı, kitap mitap vb.
İsim durum ekleri ve iyelik ekiyle yapılan ikilemeler de ayrı yazılır: baş başa, diz dize, el ele, göz göze, iç içe, omuz omuza, yan yana; baştan başa, daldan dala, elden ele, günden güne, içten içe, yıldan yıla; başa baş, bire bir (ölçü), dişe diş, göze göz, teke tek; ardı ardına, boşu boşuna, günü gününe, peşi peşine, ucu ucuna vb.
ile, ayrı olarak yazılabildiği gibi kelimelere eklenerek de yazılabilir.
ile, ünsüzle biten kelimelere bitişik olarak yazıldığında i ünlüsü düşer ve büyük ünlü uyumuna uyar: bulut-la (bulut ile), çiçek-le (çiçek ile), kuş-la (kuş ile) vb.
ile, ünlüyle biten kelimelere bitişik olarak yazıldığında araya y ünsüzü girer ve başındaki i ünlüsü düşer: arkadaşı-y-la (arkadaşı ile), çevre-y-le (çevre ile), sürü-y-le (sürü ile), yapı-y-la (yapı ile) vb.
Kısaltma; bir kelimenin, terimin veya özel adın, içerdiği harflerden biri veya birkaçı ile daha kısa olarak ifade edilmesi ve simgeleştirilmesidir. Kısaltmalarla ilgili kurallar şunlardır:
1. Kuruluş, ülke, kitap, dergi ve yön adlarının kısaltmaları her kelimenin ilk harfinin büyük olarak yazılmasıyla yapılır: TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi), TDK (Türk Dil Kurumu), ABD (Amerika Birleşik Devletleri); KB (Kutadgu Bilig); TD (Türk Dili), TK (Türk Kültürü), TDED (Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi); B (batı), D (doğu), G (güney), K (kuzey); GB (güneybatı), GD (güneydoğu), KB (kuzeybatı), KD (kuzeydoğu) vb.
Ancak bazen kelimelerin, özellikle son kelimenin birkaç harfinin kısaltmaya alındığı da görülür. Bazen de aradaki kelimelerden hiç harf alınmadığı olur. Bu tür kısaltmalarda, kısaltmanın akılda kalabilmesi için yeni bir kelime oluşturma amacı güdülür: BOTAŞ (Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi), İLESAM (İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği), TÖMER (Türkçe Öğretim Merkezi) vb.
Gelenekleşmiş olan T.C. (Türkiye Cumhuriyeti) ve T. (Türkçe) kısaltmalarının dışında büyük harflerle yapılan kısaltmalarda nokta kullanılmaz.
2. Ölçü birimlerinin uluslararası kısaltmaları kullanılır: m (metre), mm (milimetre), cm (santimetre), km (kilometre), g (gram), kg (kilogram), l (litre), hl (hektolitre), mg (miligram), m² (metrekare), cm² (santimetrekare) vb.
3. Kuruluş, kitap, dergi ve yön adlarıyla ölçülerin dışında kalan kelime veya kelime gruplarının kısaltılmasında, ilk harfle birlikte kelimeyi oluşturan temel harfler dikkate alınır. Kısaltılan kelime veya kelime grubu; özel ad, ünvan veya rütbe ise ilk harf büyük; cins isim ise ilk harf küçük olur: Alm. (Almanca), İng. (İngilizce), Kocatepe Mah. (Kocatepe Mahallesi), Güniz Sok. (Güniz Sokağı), Prof. (Profesör), Dr. (Doktor), Av. (Avukat), Alb. (Albay), Gen. (General); sf. (sıfat), haz. (hazırlayan), çev. (çeviren), ed. (edebiyat), fiz. (fizik), kim. (kimya) vb.
* * *
Küçük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde kelimenin okunuşu esas alınır: cm'yi, kg'dan, mm'den, kr.un. Büyük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde ise kısaltmanın son harfinin okunuşu esas alınır: BDT'ye, TDK'den, THY'de, TRT'den, TL'nin vb. Ancak kısaltması büyük harflerle yapıldığı hâlde bir kelime gibi okunan kısaltmalara getirilen eklerde kısaltmanın okunuşu esas alınır: ASELSAN'da, BOTAŞ'ın, NATO'dan, UNESCO'ya vb.
UYARI: Numara sözünün kısaltması da kelime gibi okunduğundan getirilecek olan ek okunuşa göre getirilecektir: No.lu, No.suz
Sonunda nokta bulunan kısaltmalarla üs işaretli kısaltmalara gelen ekler kesmeyle ayrılmaz. Bu tür kısaltmalarda ek noktadan ve üs işaretinden sonra, kelimenin veya üs işaretinin okunuşuna uygun olarak yazılır: vb.leri, Alm.dan, İng.yi; cm³e (santimetreküpe), m²ye (metrekareye), 64ten (altı üssü dörtten) vb.
Sert ünsüzle biten kısaltmalar, ek aldıkları zaman okunuşta sert ses yumuşatılmaz: AGİK'in (AGİĞ'in değil), CMUK'un (CMUĞ'un değil), RTÜK''e (RTÜĞ'e değil), TÜBİTAK'ın (TÜBİTAĞ'ın değil) vb.
Ancak birlik kelimesiyle yapılan kısaltmalarda söyleyişte k'nin yumuşatılması normaldir: ÇUKOBİRLİK'e (söylenişi ÇUKOBİRLİĞE), FİSKOBİRLİK'in (söylenişi FİSKOBİRLİĞİN) vb.
Kesme İşareti ( ' )
'Onun için Batı'da bunlara birer fonksiyon buluyorlar.' (Burhan Felek)
1919 senesi Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. (Atatürk)
Yer bildiren özel isimlerde kısaltmalı söyleyiş söz konusu olduğu zaman ekten önce kesme işareti kullanılır: Hisar'dan, Boğaz'dan vb.
Belli bir kanun, tüzük, yönetmelik kastedildiğinde büyük harfle yazılan kanun, tüzük, yönetmelik sözlerinin ek alması durumunda kesme işareti kullanılır: Bu Kanun'un 17. maddesinin c bendi' Yukarıda adı geçen Yönetmelik'in 2'nci maddesine göre' vb.
Özel adlar için yay ayraç içinde bir açıklama yapıldığında kesme işareti yay ayraçtan önce kullanılır: Yunus Emre'nin (1240'-1320), Yakup Kadri'nin (Karaosmanoğlu) vb.
Ek getirildiğinde Avrupa Birliği kesme işareti ile kullanılır: Avrupa Birliği'ne üye ülkeler'
UYARI: Sonunda 3. teklik kişi iyelik eki olan özel ada, bu ek dışında başka bir iyelik eki getirildiğinde kesme işareti konmaz: Boğaz Köprümüzün güzelliği, Amik Ovamızın bitki örtüsü, Kuşadamızdaki liman vb.
UYARI: Kurum, kuruluş, kurul, birleşim, oturum ve iş yeri adlarına gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Türkiye Büyük Millet Meclisine, Türk Dil Kurumundan, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığının; Bakanlar Kurulunun, Danışma Kurulundan, Yürütme Kuruluna; Türkiye Büyük Millet Meclisinin 112'nci Birleşiminin 2'nci Oturumunda; Mavi Köşe Bakkaliyesinden vb.
UYARI: Başbakanlık, Rektörlük vb. sözler, ünlüyle başlayan bir ek geldiğinde Başbakanlığa, Rektörlüğe vb. biçimlerde yazılır.
UYARI: Özel adlara getirilen yapım ekleri, çokluk eki ve bunlardan sonra gelen diğer ekler kesmeyle ayrılmaz: Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Müslümanlık, Hristiyanlık, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Aydınlı, Konyalı, Bursalı, Ahmetler, Mehmetler, Yakup Kadriler, Türklerin, Türklüğün, Türkleşmekte, Türkçenin, Müslümanlıkta, Hollandalıdan, Hristiyanlıktan, Atatürkçülüğün vb.
UYARI: Sonunda p, ç, t, k ünsüzlerinden biri bulunan Ahmet, Çelik, Halit, Şahap; Bosna-Hersek; Kerkük, Sinop, Tokat, Zonguldak gibi özel adlara ünlüyle başlayan ek getirildiğinde kesme işaretine rağmen Ahmedi, Halidi, Şahabı; Bosna-Herseği; Kerküğü, Sinobu, Tokadı, Zonguldağı biçiminde son ses yumuşatılarak söylenir.
UYARI: Özel adlar yerine kullanılan 'o' zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz ve kendisinden sonra gelen ekler kesme işaretiyle ayrılmaz.
Bir ok attım karlı dağın ardına
Düştü m'ola sevdiğimin yurduna
İl yanmazken ben yanarım derdine
Engel aramızı açtı n'eyleyim (Karacaoğlan)
'Şems'in gözlerine bir şüphe çöreklendi: 'Dostum ne'n var' Her şey yolunda mı'' (Elif Şafak)
Güzelliğin on par'etmez
Bu bendeki aşk olmasa (Âşık Veysel)
Bir kelimede düz ünlüden sonra düz (a, e, ı, i), yuvarlak ünlüden sonra yuvarlak dar (u, ü) veya düz geniş (a, e) ünlüler bulunur: anlaşmalı, bilek, çilek, ısırmak, ılıklaşmak, kayıkçı, seslenmek, yeşil; boyunduruk, börekçi, çocuk, güreşmek, ocakçı, odun, özlemek, sürmek, vurmak, yoklamak, yorgunluk, yumurta, yüreksiz vb.
Küçük ünlü uyumuna aykırı Türkçe kelimeler de vardır: avuç, avurt, çamur, kabuk, kavuk, kavun, kavurmak, kavuşmak, savurmak, yağmur vb.
Küçük ünlü uyumu, alıntı kelimelerde aranmaz: aktör, alkol, bandrol, daktilo, kabul, doktor, muzır, mühim, mümin, müzik, profesör, radyo, vakur vb.
Küçük ünlü uyumuna aykırı bazı kelimelere getirilen ekler, kelimenin son ünlüsüne uyar: kavun-u, konsolos-luk, muzır-lık, müzik-çi, yağmur-luk vb.
Bazı alıntı kelimelerde ekler bu uyuma girmez: alkol-lü, kabul-ü, bandrol-lü, saat-lik vb.
-ki aitlik eki yalnızca birkaç örnekte küçük ünlü uyumuna uyar: bugünkü, dünkü, öbürkü vb.
Büyük ve küçük ünlü uyumuyla ilgili yukarıdaki kurallar aşağıdaki çizelgede de gösterilmiş ve örneklendirilmiştir:
a ' a, ı (takar, alır) |
o ' u, a (omuz, oya) |
e ' e, i (geçer, gelir) |
ö ' ü, e (ölçü, ördek) |
ı ' ı, a (kılıç, kısa) |
u ' u, a (uzun, ufak) |
i ' i, e (ilik, ince) |
ü ' ü, e (ütü, ürkek) |
Mastarlara Gelen Eklerin Yazılışı
-ma / -me ile biten mastarlardan sonra -a / -e, -ı / -i eklerinden biri geldiğinde araya y koruyucu ünsüzü girer: çalışma-y-a, darılma-y-ı, kalaylama-y-a, okuma-y-a; görme-y-i, gülme-y-i, sevme-y-e, silme-y-i vb.
Pekiştirmeli Sözlerin Yazılışı
Sıfat veya zarf görevindeki pekiştirmeli sözler bitişik yazılır: apaçık, apak, büsbütün, çepeçevre, çırılçıplak, dümdüz, düpedüz, gömgök, güpegündüz, kapkara, kupkuru, masmavi, mosmor, paramparça, sapasağlam, sapsarı, sırılsıklam, sırsıklam, sipsivri, yemyeşil vb.
1. Sayılar harflerle de yazılabilir: bin yıldan beri, on dört gün, haftanın beşinci günü, üç ayda bir, yüz soru, iki hafta sonra, üçüncü sınıf vb.
Buna karşılık saat, para tutarı, ölçü, istatistik verilere ilişkin sayılarda rakam kullanılır: 17.30'da, 11.00'de, 1.500.000 lira, 25 kilogram, 150 kilometre, 15 metre kumaş, 1.250.000 kişi vb.
Saatler ve dakikalar metin içinde yazıyla da yazılabilir: saat dokuzu beş geçe, saat yediye çeyrek kala, saat sekizi on dakika üç saniye geçe, mesela saat onda vb.
Dört veya daha çok basamaklı sayıların kolay okunabilmesi amacıyla içinde geçen bin, milyon, milyar ve trilyon sözleri harfle yazılabilir: 1 milyar 500 milyon kişi, 3 bin 255 kalem, 8 trilyon 412 milyar vb.
2. Birden fazla kelimeden oluşan sayılar ayrı yazılır: iki yüz, üç yüz altmış beş, bin iki yüz elli bir vb.
3. Para ile ilgili işlemlerle senet, çek vb. ticari belgelerde geçen sayılar bitişik yazılır: 650,35 (altıyüzelliTL,otuzbeşkr.)
4. Yüzde ve binde işaretleri yazılırken sayılarla işaret arasında boşluk bırakılmaz: %25, '50 vb.
5. Adları sayılardan oluşan iskambil oyunları bitişik yazılır: altmışaltı, ellibir, yirmibir vb.
6. Romen rakamları tarihî olaylarda, yüzyıllarda, hükümdar adlarında, tarihlerde ayların yazılışında, kitap ve dergi ciltlerinde, kitapların asıl bölümlerinden önceki sayfaların numaralandırılmasında, maddelerin sıralandırılmasında kullanılır: II. Dünya Savaşı; XX. yüzyıl; III. Selim, XIV. Louis, II. Wilhelm, V. Karl, VIII. Edward; 1.XI.1928; I. Cilt; I)' II) ' vb.
7. Dört veya daha çok basamaklı sayılar sondan sayılmak üzere üçlü gruplara ayrılarak yazılır ve aralarına nokta konur: 4.567, 326.197, 49.750.812, 28.434.250.310.500 vb.
8. Sayılarda kesirler virgülle ayrılır: 15,2 (15 tam, onda 2); 5,26 (5 tam, yüzde 26) vb.
9. Sıra sayıları yazıyla ve rakamla gösterilebilir. Rakamla gösterilmesi durumunda ya rakamdan sonra bir nokta konur ya da rakamdan sonra kesme işareti konularak derece gösteren ek yazılır: 15., 56., XX.; 15'inci, 56'ncı, XX'nci vb.
UYARI: Sıra sayıları ekle gösterildiklerinde rakamdan sonra sadece kesme işareti ve ek yazılır, ayrıca nokta konmaz: 8.'inci değil 8'inci, 2.'nci değil 2'nci vb.
10. Üleştirme sayıları rakamla değil yazıyla belirtilir: 2'şer değil ikişer, 9'ar değil dokuzar, 100'er değil yüzer vb.
11. Bayağı kesirlere getirilecek ekler alttaki sayı esas alınarak yazılır: 4/8'i (dört bölü sekizi), 1/2'si (bir bölü ikisi) vb.
12. Bir zorunluluk olmadıkça cümle rakamla başlamaz.
1. Elementlerin simgeleri, uluslararası biçimleriyle kullanılır: C (karbon), Ca (kalsiyum), Fe (demir) vb.
2. Ekler elementlerin simgelerine değil adlarına getirilir: Au'ya değil altına, Fe'ye değil demire vb.
Soru Eki mı / mi / mu / mü'nün Yazılışı
Bu ek gelenekleşmiş olarak ayrı yazılır ve kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne bağlı olarak ünlü uyumlarına uyar: Kaldı mı' Sen de mi geldin' Olur mu' İnsanlık öldü mü'
Soru ekinden sonra gelen ekler, bu eke bitişik olarak yazılır: Verecek misin' Okuyor muyuz' Çocuk muyum' Gelecek miydi' Güler misin, ağlar mısın'
Bu ek sorudan başka görevlerde kullanıldığında da ayrı yazılır: Güzel mi güzel! Yağmur yağdı mı dışarı çıkamayız.
UYARI: Birleşik fiillerde mi soru eki iki kelimenin arasına da gelebilir: Vaz mı geçtin'
Kökeni Türkçe olan kelimelerde bugün uzun ünlü yoktur. Uzun ünlü, Arapça ve Farsçadan Türkçeye giren kelimelerde görülür: adalet (ada:let), beraber (bera:ber), ifade (ifa:de), kaide (ka:ide), numune (numu:ne), sade (sa:de), şair (şa:ir) vb. Ancak bu uzun ünlüler yazıda herhangi bir işaretle gösterilmez.
Türkçede a, e ünlüleri ile biten fiillerin şimdiki zaman çekiminde, söyleyişte de yazımda da a ünlüsü ı, u; e ünlüsü i, ü olur: başlıyor (
Birden çok heceli ve a, e ünlüleri ile biten fiiller, ünlüyle başlayan ek aldıklarında bu fiillerdeki a, e ünlülerinde söyleyişte yaygın bir daralma (ı ve i'ye dönme) eğilimi görülür. Ancak söyleyişteki ı, i ünlüleri yazıya geçirilmez: başlayan, yaşayacak, atlayarak, saklayalı, atmayalım; gelmeyen, izlemeyecek, gitmeyerek, gizleyeli, besleyelim vb.
Buna karşılık tek heceli olan demek ve yemek fiillerinde, söyleyişteki i ünlüsü yazıya da geçirilir: diyen, diyerek, diyecek, diyelim, diye; yiyen, yiyerek, yiyecek, yiyelim, yiye, yiyince, yiyip vb. Ancak deyince, deyip sözlerindeki e yazılışta korunur.
1. İki heceli bazı kelimeler ünlüyle başlayan bir ek aldıklarında ikinci hecelerindeki dar ünlüler düşer: ağız / ağzı, alın / alnı, bağır / bağrım, beniz / benzi, beyin / beynimiz, boyun / boynu, böğür / böğrüm, burun / burnu, geniz / genzi, göğüs / göğsün, gönül / gönlünüz, karın / karnı, oğul / oğlu; çevir- / çevril-, devir- / devril- vb.
2. Ünlüyle başlayan ek aldıklarında vurgusuz orta hecesindeki dar ünlüsü düşen kelimelerle oluşturulan ikilemelerde ikinci kelimenin dar ünlüsü düşmez: ağız ağıza, burun buruna, koyun koyuna (yatmak), omuz omuza, devirden devire, nesilden nesile, oğuldan oğula, şehirden şehire vb.
3. İçeri, dışarı, ileri, şura, bura, ora, yukarı, aşağı gibi sözler ek aldıklarında sonlarında bulunan ünlüler düşmez: içerde değil içeride, dışardan değil dışarıdan, ilerde değil ileride, şurda değil şurada, burda değil burada, orda değil orada, yukarda değil yukarıda, aşağda değil aşağıda vb.
Ünsüz Türemesi
Arapçadan dilimize giren ve özgün biçimlerinde sonunda ikiz ünsüz bulunan kelimeler Türkçede tek ünsüzle kullanılır. Bu kelimeler ünlüyle başlayan ek veya yardımcı fiille kullanıldıklarında sondaki ünsüz ikizleşir: hak (hakkı), his (hissi), ret (reddi), şer (şerri), tıp (tıbbı), zam (zammı), zan (zannı); af (affetmek), his (hissetmek) vb.
Dilimizde sert ünsüzle biten kelimeler sert ünsüzle başlayan ekler alır: aç-tı, aş-çı, bak-tım, bas-kı, çiçek-ten, düş-kün, geç-tim, ipek-çi, seç-kin, seç-ti, süt-çü vb. Yumuşak ünsüzle biten kelimeler ise yumuşak ünsüzle başlayan ekler alır: al-dı, an-dı, bil-gi, del-gi, göz-cü, ver-di, yol-da vb.
Ses yolunda bir engele çarparak çıkan seslere ünsüz denir.
Dilimizde yirmi bir ünsüz vardır: b, c, ç, d, f, g, ğ, h, j, k, l, m, n, p, r, s, ş, t, v, y, z
Ünsüzler ses tellerinin titreşime uğrayıp uğramamasına göre iki gruba ayrılır:
1. Ses tellerinin titreşmesiyle oluşan ünsüzlere yumuşak (ötümlü, tonlu) ünsüzler adı verilir: b, c, d, g, ğ, j, l, m, n, r, v, y, z
2. Ses telleri titreşmeden oluşan ünsüzlere sert (ötümsüz, tonsuz) ünsüzler denir: ç, f, h, k, p, s, ş, t
Kökeni Türkçe olan kelimelerin sonunda b, c, d, g ünsüzleri bulunmaz. Ancak anlam farkını belirtmek üzere ad, od, sac gibi birkaç kelimenin yazılışında bu kurala uyulmaz: ad (isim), at (binek hayvanı); od (ateş), ot (bitki); sac (yassı demir), saç (kıl).
Dilimizdeki hac, şad, yâd gibi birkaç örnek dışında, alıntı kelimelerin özgün biçimlerinin sonlarında bulunan yumuşak ünsüzler sertleşir: kitap (
UYARI: Bazı alıntı kelimelerde yumuşama olmaz: ahlak / ahlakın, cumhuriyet / cumhuriyete, evrak / evrakı, hukuk / hukuku, ittifak / ittifaka, sepet / sepeti, tank / tankı vb.
Çok heceli kelimeler ünlüyle başlayan bir ek aldıklarında sonlarında bulunan p, ç, t, k ünsüzleri yumuşayarak b, c, d, ğ'ye dönüşür: kelep / kelebi; ağaç / ağacı, kazanç / kazancı; geçit / geçidi, kanat / kanadı; başak / başağı, bıçak / bıçağı vb. Ancak birden fazla heceli olduğu hâlde sonlarındaki ünsüzleri yumuşamayan kelimeler de vardır: anıt / anıtı, bulut / bulutu, kanıt / kanıtı, ölçüt / ölçütü vb.
Tek heceli kelimelerin sonunda bulunan p, ç, t, k ünsüzleri ise iki ünlü arasında korunur: ak / akı, at / atı, bük / bükü, ek / eki, et / eti, göç / göçü, ip / ipi, kaç / kaçıncı, kök / kökü, ok / oku, ot / otu, saç / saçı, sap / sapı, suç / suçu, süt / sütü vb. Buna karşılık tek heceli olduğu hâlde sonlarındaki ünsüzleri yumuşayan kelimeler de vardır: but / budu, dip / dibi, gök / göğü, kap / kabı, kurt / kurdu, uç / ucu, yurt / yurdu vb.
Latin Harflerini Kullanan Dillerdeki Özel Adlar
1. Latin harflerini kullanan dillerdeki özel adlar özgün biçimleriyle yazılır: Beethoven, Byron, Cervantes, Chopin, Eminescu, Grimm, Horatius, Molière, Puccini, Rousseau, Shakespeare; Bologna, Buenos Aires, Iorga, Ile-de-France, Karlovy Vary, Latium, Loire, Mann, New York, Nice, Rio de Janeiro, Vaasa, Wuppertal vb. Ancak Batı dillerinde kullanılan adların okunuşları ayraç içinde gösterilebilir: Shakespeare (Şekspir) vb.
2. Eskiden dilimize yerleşmiş bazı Batı kökenli kişi ve yer adları Türkçe söylenişlerine göre yazılır: Napolyon, Şarlken, Şarl (Demirbaş Şarl); Atina, Brüksel, Cenevre, Londra, Marsilya, Münih, Paris, Roma, Selânik, Venedik, Viyana, Zürih; Hollanda, Letonya, Lüksemburg vb.
3. Yabancı özel adlardan türetilmiş akım adları Türkçe söylenişlerine göre yazılır: Dekartçılık, Epikürcülük, Kalvenci, Kalvencilik, Kalvenizm, Kartezyenizm, Lüterci, Lütercilik, Marksçılık, Marksist, Marksizm vb.
4. Ait olduğu dilde ayrı yazılan yer adları Türkçede de ayrı yazılır: Buenos Aires, Frankfurt am Main, Freiburg im Breisgau, Hyde Park, Mont Blanc, New Orleans, New York, Rio de Janeiro, San Marino, Wiener Neustadt, Titov Veles vb.
Arapça ve Farsça Özel Adlar
Kökeni Arapça ve Farsça olan kişi ve yer adları Türkçenin ses ve yapı özelliklerine göre yazılır: Ahmet, Bedrettin, Fuat, Mehmet, Necmettin, Nizamettin, Ömer, Rıza, Saadettin; Cezayir, Fas, Filistin, Mısır, Suudi Arabistan; Bağdat, Cidde, Erdebil, Halep, İsfahan, İskenderiye, Medine, Mekke, Şam, Şiraz, Tahran, Tebriz, Trablusgarp vb.
Yunanca Özel Adlar
Yunanca adlar yazılırken Yunan harflerinin ses değerlerini karşılayan Türk harfleri kullanılır: Homeros, Herodotos, Euripides, Pindaros, Solon, Sokrates, Aristoteles, Platon, Venizelos, Karamanlis, Papandreu, Onasis vb.
Ancak Herodotos, Sokrates, Aristoteles, Platon, Pythagoras, Eukleides adları dilimize Herodot, Sokrat, Aristo, Eflatun, Pisagor, Öklid biçimlerinde yerleşmiştir.
Rusça Özel Adlar
Rusça özel adlar yazılırken Rus harflerinin ses değerlerini karşılayan Türk harfleri kullanılır: Bolşevik, Brejnev, Çaykovski, Çehov, Dostoyevski, Gogol, Gorbaçov, İlminskiy, İlyiç, Katayev, Klyaştornıy, Malov, Mendeleyev, Prokofyev, Puşkin, Şolohov, Tolstoy, Yeltsin; Moskova, Omsk, Orenburg, Petersburg, Volga, Yenisey vb.
Uzak Doğu Dillerindeki Özel Adlar
1. Çince adlar, Türkçede yerleşmiş biçimlerine göre yazılır: Huangho, Kanton, Nankin, Pekin, Şanghay.
Çincede soyadları küçük adlardan önce gelir. Soyadları çoklukla tek hecelidir, küçük adlar ise bir veya iki heceden oluşur. Bu adlar büyük harfle başlar; heceler arasına çizgi konur: Sun Yat-sen, Lin Yu-tang. Yalnız Konfüçyüs gibi yaygınlık kazanmış adlar bitişik yazılır.
2. Japonca adlar da Türkçede yerleşmiş biçimlerine göre yazılır: Tokyo, Hiroşima, Nagazaki, Osaka, Kyoto; Hirohito, Kayako Hayashi, Sbuishi Kato, Masao Mori.
Türk Devletleri ve Topluluklarındaki Özel Adlar
Türk devletleri ve topluluklarındaki kişi ve yer adları Türkçede yerleşmiş biçimlerine göre yazılır: Azerbaycan, Özbekistan; Taşkent, Semerkant, Bakü, Bişkek; Abdullah Tukay, Abdürrauf Fıtrat, Bahtiyar Vahapzade, Baykonur, Cafer Cebbarlı, Cemal Kemal, Cengiz Aytmatov, İslam Kerimov, Muhtar Avazov, Osman Nasır vb.
Noktalama ve Diğer İşaretler
. |
nokta |
, |
virgül |
; |
noktalı virgül |
? |
üç nokta |
? |
soru |
! |
ünlem |
? |
uzun çizgi |
? ? |
tırnak |
? ? |
tek tırnak |
? |
denden |
( ) |
ayraç |
[ ] |
köşeli ayraç |
{ } |
kaşlı ayraç |
? |
kesme |
^ |
düzeltme (şapka) işareti |
+ |
toplama işareti, artı |
? |
çıkarma işareti, eksi, kısa çizgi |
x ve . |
çarpma işareti, çarpı |
÷ ve : |
bölme işareti, bölü |
/ |
bölme işareti, bölü, eğik çizgi |
ters eğik çizgi |
|
: |
bölme, bölü, iki nokta |
? |
karekök |
= |
eşitlik, eşit |
? |
eşitsizlik, eşit değil |
?? |
yaklaşık olarak eşit |
± |
eksiği veya fazlası |
% |
yüzde |
? |
binde |
? |
üs, dakika |
§ ve ? |
paragraf |
./. |
yazının arkası var, çeviriniz |
./ ve · |
son sayfa, bitti |
* |
kelimeden sonra dipnot; kelimeden önce varsayım |
o |
derece |
=> |
devam |
? |
devam; gönderme |
~ |
benzerlik, yaklaşıklık, denklik |
> |
büyüktür; dil bilgisinde çıkma |
< |
küçüktür; dil bilgisinde gelişme |
*** |
bölüm sonu işareti |
? |
Türk lirası |
$ |
dolar |
? |
avro |
@ |
kuyruklu a |
Ó |
telif hakkına sahip (copyright) |
® |
telif hakkı alınmış (registered) |
KOMPOZİSYON (YAZILI VE SÖZLÜ ANLATIM)
Dilimize Fransızcadan giren kompozisyon (composition) kelimesi, ayrı ayrı parçaları bir araya getirerek bir bütün oluşturma biçimi; öğrencilere duygu ve tasarımlarını sıraya koyup açık ve etkili bir biçimde anlatmalarını öğretmek amacını güden ders, bu dersle ilgili çalışma, tahrir, kitabet anlamlarında kullanılmaktadır.
İçinde yaşadığımız dünya, bütün canlılara ve özellikle de insanoğluna ihtiyaçlarını bir düzen içinde karşılayabilecekleri bir yaratılışla sunulmuştur. Etrafımıza dikkatlice baktığımızda her şeyin bir düzenin parçası olarak karşımıza çıktığını görürüz. Canlıların bulundukları ortamla uyumları, mevsimler, Dünyamızın da içinde bulunduğu Güneş galaksisinin işleyişi, doğumlar, ölümler, renkler, kokular vs. hep bu düzenin parçası olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla dünyamızın (hayatın) işleyişindeki temel unsur düzendir.
İşte Kompozisyon genel manada insanoğlunun hayata bir düzen içinde bakabilme becerisidir. Bir makine intizamıyla işleyen bu düzenin bir parçası olabilmesi ve onun sürdürülmesine katkıda bulunabilmesidir. İnsan, bunları yapabildiği zaman daha mutlu ve huzurlu olacaktır.
Bugün dünyanın önemli problemlerine bakıldığında insanoğlunun içine doğduğu bu düzene aykırı davranışlarının temel sebep olduğu görülmektedir. İnsanın hırsları, aç gözlülükleri tabiatın temel işleyişini bozmakta ve var olan düzeni yok etmektedir. "Küresel ısınma" dediğimiz günümüzün en büyük ve en tehlikeli probleminde bu aç gözlülüğü çok açıkça görebiliriz. İnsanoğlu, bile bile yarattığı kirlilikle dünyanın düzenini bozmakta, bu da tehlikeli bir şekilde dünyamızı yok olma tehdidiyle karşı karşıya bırakmaktadır.
Yine insanı diğer canlılardan ayıran temel bir özellik olan estetik duygusuna da kompozisyon, yani bir düzen hâkimdir. Bu manada kompozisyon, "Resim, mimari, heykel, musiki ve edebiyat gibi değişik sahalarda, çeşitli şeylerin belirli bir düzen içeriğinde bir araya getirilmesidir." Renkler ancak bir ressamın duyuş ve düşünüşüyle bir tabloda, bir düzen içerisinde sunulduğunda bizi etkiler. Aynı şekilde bir yığın demir kum, çimento, tuğla ancak bir mimarın ellerinde bir binanın düzenli parçaları olduğunda hoşumuza gider, bize faydalı olur.
Düzensizlik, insan hayatında bir karmaşa, huzursuzluk ve mutsuzluk yaratır. Düzenin hâkim olmadığı toplumlarda, huzur ve mutluluk aramak da boşunadır. Bu bir orkestrada her sanatçının çalgısını istediği gibi, istediği zaman ve istediği tonda çalmasına benzer. Böyle bir durumda tabiidir ki, orkestradan insanların hoşuna gidecek sesler değil olsa olsa gürültü çıkacak ve herkes de bu gürültüden rahatsız olacaktır. Ancak sanatçılar bir düzen içinde melodiler oluşturduklarında insanların güzellik duygusuna hitap edebilirler ve dinlenirler.
İşte dersimizin esas konusu olan edebî kompozisyon da öncelikli olarak, duygu, düşünce, istek ve meramların yazılı ve sözlü olarak bir plan dâhilinde ve bir düzen içerisinde aktarılabilme alışkanlığı ve becerisidir. Bu bir bakıma güzel sanatların da bir kolu olarak kabul edilmektedir. Çünkü düzenin hâkim olduğu herşeyde insan estetiğini harekete geçiren bir durum söz konusudur. Öyleyse güzel konuşmak ve güzel yazmak da bir sanattır. Bu sanatta başarılı olmanın birinci şartı düşüncelerini bir düzen içerisinde aktarabilmektir.
İnsanın düşüncelerini bir düzen içerisinde aktarabilmesi için düzenli düşünme alışkanlığı kazanması lazımdır. İnsan, beyninde karma karışık duran bilgi ve düşünceleri bir birinden ayırt edebilmeli, bir önem sırasına koyup ihtiyacına göre kullanabilmelidir. İşte düzenli düşünme alışkanlığı basit olarak budur. Bu alışkanlık, önce insanı kendisini yetiştirmeye ve geliştirmeye zorlar. Çok ve etkili okuyarak kültür dağarcığını zenginleştirmeye yöneltir. Etrafının farkında olmayı öğretir. Biriktirdikleriyle, doğru ve etkili düşünme ve hayal kurma becerisini artırır.
Güzel konuşan ve güzel yazan insanlar, sosyal hayatta daha başarılı olurlar. Siyasette başarılı olan insanların birçoğunun en belirgin özelliklerinden birinin, hatta halk gözüyle bakarsak birincisinin, güzel ve etkili konuşma olduğunu hepimiz biliriz. Çünkü böyle bir konuşma (hitabet) düşünce ve fikirlerin kolay anlaşılmasını ve aktarılmasını sağlayarak hedefine daha kolay ulaşır. Yine, sınıflarda birikimlerini düzenli ve etkili olarak öğrencilerine aktarabilen öğretmenlerin daha faydalı, daha başarılı ve daha sevilen kişiler olduğu bir gerçektir. Aynı düşünceler yazılı anlatım için de geçerlidir. Yazılı anlatım için gerekli birikimi sağlamış, ana dil becerisi üst seviyede insanların yazılı anlatım etkinlikleri daha başarılı olacaktır. Bu tür insanların yazılı çalışmaları kendine özgü (kişisel) olacağı için insanların kolayca dikkatini çekecek ve beğenisini kazanacaktır.
O halde kompozisyonu gerek geniş anlamda, gerekse edebî kompozisyon anlamında hayatımızın bir parçası haline getirmeli ve ona uygun hareket etmeliyiz. Böylece, bizden başlayarak oluşacak toplumsal düzene, toplumsal huzura ve toplumsal barışa hizmet etmiş olur, daha üretken ve planlı dolayısıyla daha mutlu bir toplumun ferdi olarak yaşarız.
Öğrencilerin imtihan kâğıtlarını okuyorum. Çoğunda bir yığın bilgi var. Fakat konu ile ilgisi yok ve karma karışık. Kompozisyon işte bunların zıddıdır. Çeşitli konularda düzensiz bir yığın bilgiye sahip olmak yeterli değildir. Öğrenci herhangi bir konuda lüzumlu ile lüzumsuzu görebilmeli, fikirlerini bir sıraya koymasını öğrenmelidir.
Karışık bir taş, demir ve cam yığını bir araya geldi mi, bir mimarî eseri vücuda gelmez. Yapı için elbette buna benzer malzemeye ihtiyaç vardır. Fakat mimarî, her şeyden önce, bir düzendir. Her taş bir planın içinde yerli yerine konulunca bina göklere yükselir ve bir saadetin şarkısını söyler.
Batı dillerinden alınan kompozisyon kelimesi, çeşitli şeylerin düzenli olarak bir araya getirilmesi mânâsını taşır ve çeşitli sahalarda musikîde, resimde, mimarîde ve edebiyatta kullanılır. Kelimenin çeşitli sahalarda tatbiki de gösteriyor ki, kompozisyon muhtevadan yahut malzemeden ziyade, onların bir araya getirilişiyle ilgilidir ve çok mühim bir şeydir.
Tabiat ve hayat, insanoğluna, şekil vererek güzel ve faydalı eserler vücuda getirebileceği muazzam bir malzeme deposudur. Resim mi yapmak istiyorsunuz? Dünyada renkten ve boyadan çok ne vardır? Hakiki bir ressam konu bakımından bir sıkıntı çekmez. Bütün tabiat ve hayat, işlenecek konuyla doludur. Mühim olan, herhangi bir konu etrafında bir renk kompozisyonu vücuda getirmektir.
Sanatçının tabiata ilave ettiği şey, yeni bir düzendir.
Sesler, taşlar, kelimeler ve fikirler için de durum aynıdır. Dünyada bir yığın çalgı aleti ve ses çeşidi vardır. Bunları gelişigüzel bir araya getirirseniz, sadece gürültü çıkarmış olursunuz. Musikî, çeşitli sesler arasında güzel bir düzen kurmaktır. Yahya Kemal, şiiri bir "kelimeler istifi" olarak tarif eder. Güzel bir mısrada, kelimelerin yerini değiştirdiniz mi, derhâl büyüsü kaybolur.
Öğrencilere çeşitli örnekleri vererek, dizi, sıra, istif ve düzenin ehemmiyetini anlatmak lazımdır. Düşünce karışıklığının önüne ancak böyle geçebiliriz.
Aslında her insan duyar, düşünür ve etrafında olanları fark eder. Fakat bunlar bizim içimize karma karışık olarak girer. Her insan bir duygu, düşünce ve intiba deposudur. Konuşur ve yazarken, içinde bulunulan duruma göre bu depodan bazı şeyleri seçer, cümle hâline getiririz. Eğer onlar arasında bir bağ kuramazsak, yazılan ve konuşulan şeyler, başkalarına saçma gelir. Saçmak ile ilgili olan saçma kelimesi, düzenin zıddıdır. Nazım, nizam, tanzim, muntazam kelimeleri de bir
birinin akrabasıdır. Tanzim edilmiş her şeyde nazım (şiir)'a yakın bir taraf vardır. Bir manav dükkânı veya bir vitrin tanzim edilince göze güzel görünür.
Nizam deyince akla asker ve ağaç dizisi gibi basit bir düzen gelmemelidir. Tabiattaki canlı varlıkları, nebat ve hayvanları yakından incelerseniz, teferruatına kadar işlenmiş bir nizam görürsünüz. Çiçek, kelebek, kuş, balık hatta bazı maddelerdeki renk ve şekil ahengi hayret vericidir. Bütün varlık açık veya gizli bir nizama dayanır. "Güneş Manzumesi" "Yıldızlar Cümlesi" deyimleri bir gerçeğe tekabül eder. İlim kâinatın nizamını keşfe çalışır. Öğrencilerde nizam fikrini uyandırabilmek için, ilimlerden de faydalanılabilir.
Sosyal hayatta nizamın ehemmiyetini gösteren aktüel bir konu vardır: Trafik! Vasıtalar düzenli bir şekilde hareket ederse, caddelerde hiç bir karışıklık olmaz. Hayat canlı bir şekilde akar gider. Düzene uymayanlar tarafından yol tıkanırsa, herkesin canı sıkılır. Fakat insan, kafasının içinde bir nizam tesis edemezse, dışarıda onu nasıl kurabilir? Kompozisyon dersinin gayesi öğrencilere kendi duygu ve düşünce dünyalarına bir çekidüzen vermektir. Köpekler bir paçavra buldular mı, didik didik ederler. Bazı öğrencilerin yazıları bende bu intibaı uyandırır. Bundan dolayı kompozisyon derslerini insan olmanın başlangıcı sayarım.
C- KOMPOZİSYON ÇEŞİTLERİ
a. Sözlü Kompozisyon
b. Yazılı Kompozisyon
a. Sözlü Kompozisyon (Sözlü Anlatım) ve Konuşmanın İnsan Hayatındaki Yeri ve Önemi:
İnsanoğlunun bir isteğini, ihtiyacını, kızgınlığını, korkusunu, heyecanını vb. anlatmak için kullandığı ilk araç ses ve bu seslerin oluşturduğu sözlerdi. Yani önce konuşma vardı. İnsan yukarıda belirtilen sosyal, insani ihtiyaçlarını konuşma yoluyla karşılamaya başlamıştır. Yazılı anlatım insanlık tarihi açısından bakıldığında sözlü anlatıma (konuşmaya) göre çok yeni bir etkinliktir. Bu tespitlerimizle yazıyı küçümsemek veya önemsiz göstermek niyetinde değiliz. Hepimiz biliyoruz ki insanlık tarihi, en ilkelinden günümüze kadar yazı ile başlar. Ancak söyleyecek sözleri olmayanların yazılı anlatımda başarılı olmaları düşünülebilir mi? İşte bu yüzden biz kitabımızda önce yazılı anlatımı değil, sözlü anlatımı tanıtmayı ve değerlendirmeyi tercih ettik.
Konuşma, insanın, öteki insanlarla ilişkilerini sürdürebilmesi için en çok gereksinim duyduğu ve yararlandığı önemli bir dil etkinliğidir. İnsanlar arsındaki iletişim, büyük oranda, konuşma aracılığıyla gerçekleşir. Buna göre konuşma, duygu ve düşüncelerin dil aracılığıyla aktarılması olarak tanımlanabilir. Güzel konuşma, düzenli konuşma; güzel yazma, düzenli yazma gibi bir sanattır. Etkili, düzenli bir konuşma çoğu yerde insan için önemli bir referans olmaktadır. Düşüncelerini, isteklerini bir düzen içinde sözlü olarak aktaramayan insanların çok parlak bir sosyal konuma sahip olmaları düşünülemez. Konuşma kusurları, eksiklikleri olan insanların toplum içinde küçümsendikleri hatta çoğu kez alay konusu oldukları hepimizin şahit olduğu bir gerçektir.
Onun için konuşmacı, konusunu, kuvvetli bir mantık örgüsü içinde dinleyenlerine sunmalıdır.
-Konuşmada başarılı olmanın yollarından birisi de, gerektiğinde dinlemeyi de bilmektir. Atalarımızın dediği gibi ?Söz gümüşse sükût altındır.? İnsan hep kendisi konuşmak istememeli, zamanı ve yeri geldikçe karşısındakilere de söz hakkı vermelidir. Bu sebeple konuşmada, ne zaman aktif, ne zaman pasif olunması gerektiği gözden kaçırılmamalıdır.
-Konuşmada başarılı olmanın önündeki en büyük engellerden birisi, konuşmayı bozan kelimeler/sesler kullanmaktır. Bunlardan ilki, kelime bulmakta zorlanan bazı konuşmacıların, konuşmada oluşan boşluğu doldurmak için kullandıkları eee, ııı, şey gibi anlamlı anlamsız birçok kelime ve seslerdir. Bu durum, dinleyicileri sıkacağı gibi, konuşmayıcıyı da komik duruma düşürebilir. Bu konudaki bir başka kusur da bazı kelimelerin konuşmada çok sık tekrar edilmesidir. Konuşma sırasında sürekli tekrar edilen yani, şey, müthiş, hayret, güzel vb. gibi kelimeler konuşmanın akıcılığını engelleyeceği için dinleyicileri de sıkacaktır.
-Konuşmayı başarılı kılan bir başka husus da, konuşmanın içeriği (muhtevası-konusu) ile beden dilinin (jest ve mimiklerin) uyumlu olmasıdır. Konuşmacının beden dili ile konuşmasının içeriği uyumsuzsa dinleyenler üzerinde olumsuz bir etki bırakacaktır. Mesela akademik bir konu üzerinde konuşurken gereksiz el kol hareketleri yapmak, daha rahat ve farklı ortamlarda, mesela hikâye veya fıkra anlatırken başvurabildiğimiz farklı ağız veya şivelerden örnekler vermek konunun ciddiyetini bozacaktır.
-Konuşmada başarının şartlarından birisi de konuşmacının karşısındaki kişi veya kişilere uygun düzeyde konuşmasıdır. Arkadaşımızla, bir büyüğümüzle, resmi sıfatı olan bir kişiyle veya ilk defa tanıştığımız bir kişiyle, aynı şekilde, aynı kelimelerle veya kalıplarla konuşamayız. Toplu konuşma etkinliklerinde de karşımızdaki topluluğun yaş ve eğitim durumunu mutlaka göz önünde bulundurmalıyız. Konuşma süresini ve konuşmada kullanılacak kelimeleri buna göre seçmeliyiz.
-Başarılı bir sözlü anlatımda dikkat edilecek son husus da, dinleyicilerin eleştirilerini kulak ardı etmemek, eğer eleştirilerde haklılık payı varsa bu eksiklikleri gidermektir. Böylece dinleyenler üzerindeki etkimiz ve saygınlığımız daha da artacaktır.
2-Sözlü Kompozisyon Türleri:
Sözlü kompozisyon; kullanıldığı yere, zamana, konusuna, uzunluğuna, hitap edilen kitleye, katılımcılara ve uygulanışına göre türlere ayrılır.
Etkili ve Doğru Konuşmanın (Sözlü Kompozisyonun) Genel Şartları:
Kompozisyon konusunun başında da söylediğimiz gibi güzel konuşmak ve güzel yazmak bir sanattır. Bu sanatta başarılı olabilmek için onun gerektirdiği bilgi, birikim, hazırlık ve altyapıya sahip olmak gerekir. Hiçbir donanım olmaksızın, bilimsel bir altyapı olmadan sadece bir heves sonucu ben de güzel konuşurum veya ben çok güzel konuşuyorum demek boş ve faydasız bir sözden öteye geçmez. Bu tür hazırlıksız insanların konuşmaları toplumsal hayatta fayda yerine zarar getirir. İnsanı sıkıcı, itici, sevimsiz birisi yapabilir.
Bu açıdan güzel ve etkili konuşmada başarının temel şartlarını burada kısa kısa belirtmeyi faydalı görüyoruz.
-Güzel konuşmanın birinci şartı ciddi bir ?kültürel birikime? sahip olmaktır. Güzel konuşabilmemiz için önce herhangi bir konuda konuşacak sözümüz olması gerekir. Bunun için de o konuyla ilgili birikimimiz olmalıdır. Böyle bir birikime sahip değilsek konuşmamız inandırıcı olmaz ve havada kalır.
Kültürel birikimin oluşması için de doğru ve çok okumalı, birikimli insanları dinlemeyi alışkanlık haline getirmeli ve eğitimimize önem vermeliyiz.
-Güzel konuşmanın bir diğer şartı da ana dil sevgisi ve becerisinin üst düzeye çıkarılmasıdır. Ana diline ses, şekil, anlam ve cümle bilgisi bakımından hâkim olmayan bir kişinin güzel yazması gibi, güzel konuşması da beklenemez. Dilinin seslerini tanımayan bir kişinin konuşmasında, doğal olarak, telaffuz bozuklukları ortaya çıkacaktır. Kelimelerarası anlam ilgisini yeterince bilmeyen bir kişi, bir kelimeyi kullanırken gerçek, yan, mecaz veya terim anlamlarını birbirine karıştırabilir, bu da meramın anlaşılmamasına veya yanlış anlaşılmasına sebep olabilir. Yine dilinin cümle yapısını bilmeyen bir insanın kelime ve kelime gruplarının yerli yerinde kullanıldığı etkili cümleler kurabilmesi mümkün müdür? İşte bu sebeplerden dolayı güzel konuşmak isteyen bir kişinin sağlam bir dil birikimi olması gerekir.
Yine iyi bir dilbilgisi becerisi, sesimizi iyi kullanmayı da beraberinde getirecektir. Vurgu ve tonlama konusunda bilgi sahibi olamayan bir kişinin konuşmasının etkili olmasını bekleyemeyiz. Konuşma bozukluklarının bir kısmının sebebinin vurgu ve tonlama eksikliği olduğunu görüyoruz. Mesela Zafer isimli bir arkadaşımızın adının ilk hecesini uzatarak "Zaafer" şeklinde söylemesi, bir konuşma kusurudur ve doğrudan doğruya sözcük vurgusuyla ilgili bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Yine konuşma sırasında sesimizin, konuyla ilgili olarak, yükselmesi, alçalması, titremesi, yumuşaması veya sertleşmesi olan tonlama ile ilgili bilgiler de konuşmamızda ses ile konu arasında bir uyum yaratacak ve konuşmamızı etkili kılacaktır.
-Konuşmada başarılı olmanın önemli şartlarından birisi de, ilgi çekici, sınırları açıkça belirlenmiş bir konu bulmaktır. Çerçevesi çizilmemiş, konusu tam belli olmayan konuşmalar, gevezelikten öteye gitmez ve dinleyenleri sıkar.
Konuşmacılar, türler arasındaki farklılıkları bilerek konuşmazlarsa, amaçtan sapabilir, yanlışlara düşebilirler. Bu durumda topluluk karşısında mahcup olmak ve yanlış anlaşılmak da söz konusudur.?
Sözlü kompozisyon, hazırlıklı konuşma veya hazırlıksız konuşma şeklinde kullanılabilir. Hazırlıksız konuşmalar, önceden bir hazırlık yapmaksızın, sosyal hayatta karşılaştığımız durumlarda yapılan doğaçlama konuşmalardır. Dolayısıyla, yanlışa en açık kompozisyon türü, hazırlıksız konuşmalardır. Bu tür etkinliklerde geri dönüşler ve düzeltmeler oldukça zordur. Bu yüzden hazırlıksız konuşmalarda ancak, genel kültürü zengin, kuvvetli bir mantık kurgusuna sahip, kelime hazineleri geniş, öz güveni yüksek ve toplum psikolojisini bilen, eğitim düzeyi yüksek kişiler daha başarılı olurlar.
Hazırlıklı konuşmalarda ise yapılacak etkinliğin türü belli olduğu için konuşmacı, daha önceden konuşmasını bir düzen ve plan içerisinde tasarlayabilir.
Hazırlıklı veya hazırlıksız konuşma şeklinde karşımıza çıkan başlıca sözlü kompozisyon türleri şunlardır:
I. Tartışma: Daha önceden belirlenmiş bir konu ile ilgili farklı düşüncelere sahip kişilerin bir araya gelerek görüşlerini bildirmelerine, görüşlerini ortaya koyup irdelenen konu ile ilgili doğrulara ulaşma çalışmalarına tartışma denir. Tartışmanın hedefi konu ile ilgili gerçeğe ulaşmaktır.
Tartışma her konuda yapılabilir. Tartışma konusu, toplumu yakından ilgilendiren bir mesele, güncel bir olay, bir tiyatro, film, kitap vb. olabilir. Burada önemli olan konunun tartışmaya açık olmasıdır. Herkesin üzerinde hemfikir olduğu konular tartışma konusu olarak seçilmemelidir. Üzerinde çokça konuşulmuş ve genel bir mutabakat sağlanmış konulardan kaçınılmalıdır.
Tartışmaya katılacak kişiler daha önceden belirlenen konu ile ilgili araştırma yaparlar ve konu ile ilgili notlar alarak tartışmaya hazırlıklı gelirler.
Tartışmada bir başkan ve konuşmacılar bulunur. Konuşmacıların sayısı ile ilgili bir kısıtlama söz konusu değildir. Ancak tartışmanın amacına ulaşabilmesi için tartışmanın süresi ve fiziki durumu göz önünde bulundurularak konuşmacı sayısı tespit edilebilir.
Tartışmayı başkan yönetir. Tartışmanın başında konuyu tanıttıktan sonra sırasıyla konuşmacılara söz veren başkan, konuşmacılar konu dışına çıktıklarında, kırıcı olduklarında konuşmacılara müdahale edebilir. Başkan tartışmayı yönetirken tarafsız olmalı ve konuşmacılara eşit haklar tanımalıdır. Böylece tartışmanın sağlıklı ve amacına uygun yürümesini sağlar.
Konuşmacılar tartışma sırasında tartışma adabına uymalı, sırası geldikçe, söz verildikçe konuşmalıdır. Düşüncelerini sakin, inandırıcı bir ses tonuyla ifade etmelidir. Yine konuşmacılar sabırlı olmalı, diğer konuşmacıları sözlerinikesmemeli ve onları dikkatlice dinlemelidir. Böylece tartıştığı kişi ve kişilerin eksikliklerini ve yanlışlarını görecek ve kendi düşüncelerini ona göre geliştirecektir.
Tartışmanın sonunda başkan ortaya çıkan görüşleri özetleyerek belli bir sonuca bağlar.
Tartışma sınıflarda sık sık başvurulması gereken bir etkinlik olmalıdır. Böylece öğrenciler, başkalarının fikirlerine tahammül etmeyi, saygı duymayı öğrenecek, kendi düşüncelerinin her zaman doğru olmayabileceğini görecek, böylece sağlam bir demokrasi kültürü edinecektir.
II. Münazara: Daha önceden belirlenen bir konu üzerinde karşıt görüşlü iki grubun bir jüri önünde tartışmasına münazara denir. Münazara daha çok ilk ve orta öğretimde başvurulan bir tartışma biçimidir. Münazarada amaç tartışmada olduğu gibi konu ile ilgili kesin hükümlere, kesin doğrulara ulaşmak değil, seçilen konuyu daha inandırıcı ve etkili bir şekilde savunmaktır.
Münazaranın işleyişinde iki grup ve bir jüri vardır. Gruplar ve jüri en az üçer kişiden oluşur. Konuşmacıları sayısı konuya göre daha fazla da olabilir. Gruplar kendi aralarından bir kişiyi başkan seçerler. Hangi grubun ilk konuşacağı kurayla belirlendikten sonra ilk konuşacak grubun başkanı savunacakları konuyu ve arkadaşlarını tanıttıktan sonra sırasıyla arkadaşlarına söz hakkı verir. Her konuşmacının bir kez konuşma hakkı vardır. Grupta son konuşmayı başkan yapar. Savundukları konuyu derleyip toparlayan başkan kendi tezlerini ileri sürer. Veya konuşan ikinci grupsa diğer grupların görüşlerine karşı antitezler oluşturur.
Her iki grubun konuşması bittikten sonra jüri karşılıklı iddiaların hazırlanabilmesi için tartışmaya 10-15 dakika ara verir. Bu süre içinde gruplar karşı grupların zayıf ve eksik yönlerinden hareket ederek kendi tezlerini güçlendirecek konuşmalar tasarlarlar. Sürenin sonunda her gruptan kendi aralarından seçtikleri bir kişi grupların görüşlerini söylerler.
Bu aşamadan sonra jüri belirli ölçütlere göre grupları değerlendirerek gruplardan birisini birinci ilan ederler. Jüri değerlendirme sırasında, konuşmacıların, sunuş tarzlarını, kendilerine olan güvenlerini, dili kullanma becerilerini (vurgu, tonlama, jest ve mimikleri yerinde kullanmalarını), konuya hâkim olmalarını, konuşma adabına uygun davranmalarını, karşı tezlere inandırıcı cevap vermelerini vb. göz önünde bulundurur.
Münazara, özellikle öğrencilerimize, araştırma, kaynağa ulaşma yöntemlerinin öğrenilmesi, duygu, düşünce ve inançlarını belli bir düzen içerisinde ve topluluk karşısında aktarabilme becerisinin kazandırılması, öz güvenin pekiştirilmesi, dil becerisinin olgunlaştırılması gibi konularda katkıda bulunan önemli bir etkinliktir.
III. Açık Oturum: Önceden belirlenen ve toplumu ilgilendiren bir konunun bir başkanın idaresinde, konu ile ilgili farklı düşüncelere sahip uzmanlar tarafından tartışılmasına açık oturum denir.
Açık oturumda amaç tartışmanın sonunda kesin bir yargıya varmak, bir doğruda hemfikir olmak değildir. Amaç konunun enine boyuna tartışılmasını sağlayarak, toplumu konuyla ilgili bilgilendirmektir. Böylece konu, bütün boyutlarıyla daha geniş kitleler tarafından tanınıp değerlendirilebilecektir.
Açık oturumda bir başkan ve en az üç konuşmacı vardır. Konunun önemi ve derinliğine göre konuşmacı sayısı artabilir. Başkan açık oturumun başında konuyu ve konuşmacıları tanıttıktan sonra sırasıyla konuşmacılara söz hakkı verir. Konuşmacılar kendilerine verilen süre içerisinde konu ile ilgili görüşlerini belirtirler. Konuşmalar gerektiğinde birkaç tur sürebilir.
Açık oturuma katılan konuşmacılar hazırlıklı gelmelidir. Konuşmacılar konu ile ilgili doküman ve notlarını yanlarında bulundurabilirler.
Açık oturumun standart bir süresi yoktur. Bu süreyi duruma göre başkan belirler. Bu süre genellikle bir saatle üç saat arasında değişebilir. Eğer bu sürelerde açık oturum tamamlanmazsa başkan başka bir günde açık oturumun tekrarlanabileceğini söyleyebilir.
Açık oturum sırasında başkan, konuşmacıların konu dışına çıkmaları, kısır tartışmalara girmeleri halinde müdahale edebilir. Yine dinleyicilerin de tartışmaya katılabilmeleri için onlardan gelen soruları düzenleyerek ilgili konuşmacılara bu soruları yöneltebilir.
IV. Sempozyum (Bilgi Şöleni): Toplumu ilgilendiren, daha önceden belirlenmiş bir konuda, kendi alanlarında (sanat, bilim, meslek) uzmanlaşmış, uzmanlık alanları değişik kişilerin bir araya gelerek dinleyici önünde tartışmalarına sempozyum (bilgi şöleni) denir.
Sempozyumda amaç, konuyu farklı açılardan değerlendirerek açıklamak ve bir sonuca bağlamaktır.
Sempozyumlar genellikle birkaç gün süren büyük organizasyonlardır. Sempozyumlarda, katılımcı sayıları, süresi ve konusu göz önünde bulundurularak her gün farklı salonlarda birden çok oturum yapılabilir. Sempozyumlarda her bir oturumu oturum başkanı yönetir. Oturumlarda konuşmacı sayısı altıyı geçmez. Başkan oturumun başında konunun hangi yönünü işleyeceklerini ve katılımcıları dinleyenlere tanıttıktan sonra sırasıyla konuşmacılara söz hakkı verir. Bu etkinlikte süre sınırlı olduğu için (en fazla yirmi dakika) konuşmacılar çoğunlukla daha önceden hazırladıkları bilimsel bildirilerini özetleyerek sunarlar. Konuşmacı bu sunumdan sonra yine başkanın denetiminde bildirisini tartışmaya açarak dinleyenlerden gelen soruları cevaplandırır.
Sempozyumun son gününde düzenleyici kurum veya kuruluşun başkanı genel bir değerlendirme yaparak varılan sonuçları özetler. Sempozyumlar
bilimsel toplantılar olduğu için genellikle burada sunulan bildirilerin tam metni kitap halinde basılarak kamuoyuyla paylaşılır.
V. Panel: Bir açık oturum türü olan panel, bir başkan ve konusunda uzman en az üç, en fazla beş konuşmacının katıldığı bir sözlü etkinliktir.
Panelin konusu toplumun tümünü ilgilendiren, sosyal, siyasî, ekonomik, bilimsel veya sanatla ilgili bir konu olabilir.
Panel, paneli yöneten başkanın konuyu ve katılımcıları tanıtmasıyla başlar. Başkan daha sonra sırasıyla her konuşmacıya söz hakkı verir. Konuşmacı genellikle 10-15 dakikalık bir süre içinde konuyla ilgili görüşlerini sunar. Konuşmacılar, aynı açık oturumda olduğu gibi panele de hazırlıklı gelirler.
Konuşmaların sonunda panel başkanı konu ve konuşmalarla ilgili bir değerlendirme yapar. Panelin amacı, etkinliğin sonunda ortak bir görüşe varmak değildir. Aynı açık oturumda olduğu gibi ele alınan konu ile ilgili farklı görüşlerin kamuoyuna duyurulması ve geniş bir şekilde kamuoyunun bilgilendirilmesidir.
Panelin açık oturumdan farkı, sonunda oluşan forum kısmıdır. Panelin sonunda konuşmacılar birbirine sorular sorabileceği gibi dinleyenler de konuşmacılara sorular yöneltebilirler. Hatta dinleyenler konu ile ilgili kendi görüşlerini de ifade edebilirler.
VI. Forum: Adını eski Roma'dan halkın da katıldığı geniş tartışmaların yapıldığı yerlerden alan forum aslında bağımsız bir sözlü anlatım türü olarak kabul edilmez. Yukarıda paneli anlatırken de dediğimiz gibi panelin sonunda dinleyicilerin de tartışmaya katılmasıyla oluşan geniş katılımlı tartışmalara verilen addır.
Forumu genellikle panel başkanı yönetir. Ancak istenirse başka bir kişi de forumu yönetmek üzere seçilebilir. Başkan, forum başlamadan önce forumun nasıl yönetileceğini açıklar ve sorulacak soruların kapsamını söyler. Sonra da forumu yöneten başkanın idaresinde geniş katılımlı bir tartışma ortamı oluşur. Burada isteyen, kurallar dâhilinde panelistlere sorular sorabilir veya konuyla ilgili kendi görüşlerini açıklayabilir.
Forumda konuşmacılar, konuyu kişiselleştirmemeli, konu dışına çıkmamalı ve nezaket kurallarına uygun davranmalıdır.
VII. Kongre: Herhangi bir teşkilata bağlı insanların, bir bilim dalına bağlı uzmanların, bir araya gelerek çeşitli konuları toplu olarak görüşmeleri ve karar almalarına kongre denir. Alınan kararlar yazılı metin haline getirilir. İki çeşit kongre vardır.
a. Siyasî partilerin ve teşkilâtlarının kongresi: Bu kongrede siyasî parti ve teşkilâtlarına mensup kişiler görüşlerini açıklarlar. Yeni bir takım kararlar
alırlar. Yapılan kongrenin sonunda bazı kişilere teşkilâtla ilgili tebliğler sunarlar ve iş bölümleri yapılır.
b. Bilimsel kongre: Bilim alanında yapılan kongrelerdir. Tıp Kongresi, Türkoloji Kongresi, İktisat Kongresi gibi.
VIII. Tebliğ (Bildiri): Sahasında uzman ve yetkili bir ilim adamının kongre ve sempozyum gibi toplantılarda daha önceden belirlenen konu ile ilgili yeni çalışmalarını, buluşlarını ve tekliflerini yazılı ya da sözlü olarak sunmasına tebliğ denir.
Tebliğ metninin esasını araştırma ve inceleme sonucu hazırlanan makaleler meydana getirir. Tebliğin gayesi, yeni ilmî gelişmelerden ve icatlardan ilim dünyasını ve kamuoyunu bilgilendirmek ve haberdar etmektir.
Tebliğin nasıl olacağı, tebliği yazarken hangi ölçülere uyulacağı konusunda uygulamalar açısından tam bir bütünlük sağlanmış değildir. Ancak giriş, gelişme ve sonuç bölümleri bulunan bir metin haline getirip, toplantı yöneticisinin vereceği süre içerisinde sunmak esastır.
IX. Seminer: Tohum veya fidan yetiştirme anlamında iken, anlam genişlemesine uğrayan bu kelime; insan yetiştirme, geliştirme anlamı kazanmıştır. Geniş anlamda; öğrenci ve mesleğe yeni başlamış kişilerin yetiştirilmesi gayesiyle hazırlatılan araştırma ve incelemelerdir. Seminerler, daima üst yetkililere ve ilgili meslektaşlara sözlü veya yazılı olarak verilir.
Bir konu hakkında, bir kişinin farklı kaynakları araştırması yoluyla topladığı bilgiyi, bir bütün halinde anlatması da bir seminerdir. Sunuluşu tebliğe benzer.
X. Brifing: Özel veya resmî bir kurumun yetkilisi tarafından, devletin üst düzey yöneticilerine veya bir üst düzey yetkilisine takdim edilen kurumla ilgili kısa bilgilerdir.
XI. Söylev (Nutuk): Eskilerin hitabe dedikleri bu etkinlik, bir topluluğa belli bir düşünceyi, bir fikri, bir duyguyu aşılamak için kapalı veya açık mekânlarda coşkulu ve edebi bir dille yapılan konuşmalara verilen addır. Eskiden bu tür konuşmaları yapanlara hatip, nutuk söyleme sanatına da hitabet denirdi.
Nutukta amaç topluluğu heyecanlandırmak ve istenilen amaca yönlendirmektir. Onun için nutuk söyleyecek kişi şu hususlara dikkat etmelidir:
1. Konuşmacı söyleyeceklerine önce kendisi inanmalıdır. Bunu dinleyenlere de hissettirmelidir.
2. Konuşan kişi sahasında tanınmış, yetkin, sevilen, sayılan bir kişi olmalıdır.
3. Konuşmacı, konuşmasını daha önceden bir plan dâhilinde hazırlamış ve prova etmiş olmalıdır.
4. Konuşma hazırlanırken hedef kitle ve konuşmanın amacı göz önünde tutulmalıdır. Kelimeler ve üslup buna göre seçilmelidir.
5- Konuşmacı toplum psikolojisini iyi bilmeli ve konuşmasını ona göre düzenlemelidir.
6. Yazılı metinlerden okunarak yapılan nutuklar sıkıcı olacağı için, konuşma, bir yazılı metine bakılarak yapılmamalıdır.
7. Hatip, kuvvetli bir dil becerisine ve zengin bir kelime hazinesine sahip olmalı, sağlam, ilgi çekici ve mantıklı cümlelerle konuşmasını sürdürebilmelidir.
8. Ses tonu, vurgu, tonlama, jest ve mimikler bilinçli ve yerli yerinde kullanılarak dinleyenlerle sıcak bir bağ kurulmalıdır.
9. Hatip, konuşması sırasında topluluğun psikolojisine göre ani kararlar verebilmeli ve konuşmasını buna ihtiyaca göre düzenleyebilmelidir.
Nutuk konularına göre siyasi, askeri, dini, hukuki, iktisadi ve akademik nutuk adlarıyla karşımıza çıkar. Bu açıdan Mustafa Kemal Atatürk'ün Büyük Nutuk'unu siyasi nutuk, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in Veda Hutbesi'ni de dini nutuk örneği olarak verebiliriz.
ATATÜRK'ÜN ONUNCU YIL NUTKU
Türk Milleti!
Kurtuluş Savaşına başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır.
Kutlu olsun!
Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti?dir.
Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârane yürümesine borçluyuz.
Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.
Bunun için bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sür?at ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara
sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür.
Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta, muvaffak kılacaktır.
Büyük Türk milleti, on beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin, hiçbirinde milletimin, hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım.
Bugün, aynı inan ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medenî âlem az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır.
Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk Milleti!
Ebediyete akıp giden her on senede bu büyük millet bayramını daha büyük şerefle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim."
XII. Konferans
Bir konuya açıklık kazandırmak veya bir konuda bilgi vermek amacı ile bilim, teknik, sanat, edebiyat, eğitim, ekonomi, siyaset ve fikir adamlarının yaptıkları hazırlıklı konuşmalara konferans denir.
Konferansta amaç konusunda uzman olan konuşmacının bir konuyu açıklaması, öğretmesi veya herhangi bir çalışmayı tanıtmasıdır. Bu sebeple konferansta, nutukta olduğu gibi, duygu değil düşünce ön plandadır. Konferansın başarılı olabilmesi için sadece konuşmacının konusunda uzman ve yetkin bir kişi olması yetmez, dinleyenlerin de bu konuşmayı takip edebilecekleri zihinsel bir alt yapıya ve birikime sahip olmaları gerekir.
Kapalı mekânlarda yapılan konferanslarda önce konuşmacı bir sunucu tarafından dinleyenlerine tanıtılır. Genellikle bu tanıtımlarda konuşmacının kısa bir özgeçmişi verilir. Sonra konferansı verecek kişi konuşmasına konuyu ortaya koyarak başlar. Konferansçı konuşması sırasında dinleyenlerin kafasında konuyla ilgili oluşabilecek soruları açığa çıkartır ve bunların cevaplarını vererek dinleyenleri benimsetmek istediği düşüncelere doğru yönlendirir.
Konferansı verecek kişi konuşmasına hazırlıklı gelmelidir. Bunun için yazılı notlar hazırlayabilir. Ancak sürekli yazılı bir metin okunarakgerçekleştirilecek bir konferans sıkıcı olacağından konuşmacı notlarından ancak ana başlıkları hatırlamak için faydalanmalıdır.
Konferansın sonunda dinleyenler konuşmacıya soru sorabilirler. Konuşmacı hazırlıkları sırasında gelebilecek bu sorulara da genel hatları ile kafasında canlandırmalı ve ona göre hazırlanmalıdır.
XIII. Müzakere: Bazı konuların toplu olarak tartışılıp ve sonunda karara bağlanmasına müzakere denir.
Müzakerenin bizdeki en yaygın şekli TBMM müzakereleridir. Bir konu hakkında değişik konuşmalar yapılır. Önce konu yetkili bir kişi tarafından ortaya konulur. Sonra, konuyla ilgili değişik kişiler tarafından olumlu veya olumsuz görüşler dile getirilir. Konuşmaların bitiminden sonra oylama yapılır. Oylama sonucuna herkes, olumlu veya olumsuz olsa da saygı gösterir.
XIV. Meşveret: Bir derneğin bir topluluğun üye veya temsilcilerince yapılan tartışmalı toplantılardır.
Meşveret, herhangi bir konuyu görüşmek için yapılır. Toplantıyı yönetmek üzere katılımcılar arasından bir başkan seçilir.
Meşverette, ele alınan konu hakkında olumlu ve olumsuz görüşler ileriye sürülür. İleri sürülen görüşler hakkında toplantı sonunda oylama yapılır. Bu oylama kişilere değil, görüşleredir. Oylama sonunda, fazla oy alan görüş benimsenir ve uygulanır.
Meşverette, muhalefet oylama sonucuna kadardır. Meşveret İslamiyet'in getirdiği bir tartışma ve karar alma sistemidir.
b- Yazılı Kompozisyon (Yazılı Anlatım)
Sözlü anlatım gibi yazılı anlatım da insanlara arasında bir anlaşma aracıdır. Ancak yazılı anlatımın sözlü anlatımdan daha farklı yöntemleri vardır. Sözlü anlatımın sahip olduğu bazı avantajlar yazılı anlatımda olmadığı için yazma, konuşmaya göre daha fazla birikim ve dikkat isteyen bir etkinliktir.
Mesela konuşmada kullandığımız beden dilini, vurgu ve tonlamayı yazıda kullanamayız. Bu imkânlardan mahrum olan yazılı anlatımda iş, yazarın, birikimine ve becerisine kalmaktadır. Yine konuşmada bazı yanlışlar gözden kaçabilir. Ancak yazı kalıcı olduğu için bu tür yanlışlar kolayca fark edilir ve anlatımın amacını engelleyebilir. Onun için yazılı anlatımı tercih eden kişi, konuyu zihninde iyice canlandırmak, planlamak ve ona uygun kelimeleri dikkatlice seçmek zorundadır. Yine seçtiği kelimeleri zengin bir dil birikimiyle, kurallara uygun bir şekilde bir araya getirerek, açık, anlaşılır, duru cümleler kurabilmelidir.
Ders olarak yazılı anlatım dersinin amacı herkesi yazar, edebiyatçı yapmak değildir. Amaç öğrencilerin duygu ve düşüncelerini etkili olarak
aktarabilmelerini sağlayacak bilgi ve birikimle donatmaktır. Sonuç olarak güzel yazmak çok özel bir yetenek işi değildir. Herkes doğru bir eğitimle sosyal hayatında ihtiyaç duyacağı yazılı etkinlikleri yapar hale gelebilir.
1- Yazılı Kompozisyonda Başarılı Olmak İçin Gerekli Şartlar:
Yazılı anlatımda başarılı olmak için bazı bilgi, beceri, alışkanlık ve donanımlara sahip olmamız gerekir. Bunları şöylece sıralayabiliriz:
I- Yazma konusunda azimli olmak ve kendine güvenmek
Bir kısım öğrencimizde, özellikle de sayısal zekâsı ön planda olanlarda, güzel yazı yazamama konusunda bir ön yargı olduğunu birçok eğitimci görmüştür. Çocuklarımızın birçoğu bir yazma etkinliğiyle karşılaştığında, herhangi bir yazma gayreti içine girmeden benim bu konuda yeteneğim yok, hiçbir zaman bu konuda başarılı olamadım gibi sözlerle yazmaktan kaçınmaktadırlar. Hâlbuki yazılı anlatım, bir sanat sayılmasına rağmen, resim, müzik, heykel gibi güzel sanat dallarındaki doğuştan gelen yetenekler gibi özel bir yetenek gerektirmez. Biraz çaba gösteren kişi, asgari manada sosyal hayatını kolaylaştıracak ve zenginleştirecek yazılı anlatım etkinliklerini gerçekleştirebilir.
Bunun için kişinin önce kendine güvenmesi ve ön yargılarından kurtulması gerekir. Daha sonra da güzel yazmanın diğer şartları (okuma, gözlem yapma, doğru düşünme vb.) konusunda kendisini geliştirmelidir. Herşey, bir işi yapmayı istemek ve kendine güvenmekle başlar.
II- Çok ve dikkatli okumak
Okuma, insanoğlunun yaşam boyu sürdürdüğü yararlı bir uğraştır. İnsan okumakla kişilik kazanır, geçmiş uygarlıkları ve kültürleri tanır, onların deneyimlerinden yararlanarak yaşamını düzenler. İnsanın duygu ve düşünceleri okuyarak gelişir ve zenginleşir. Sonuçta güçlü bir yorumlama yetisi kazanır. Okumakla elde edilen bilgiler, zamanla yetersiz kalır, eskir, gereksinimlere cevap veremez duruma gelir. Bu yüzden okumada süreklilik esastır.
Okuma, insanın zihinsel ve düşünce zenginliğinin oluşmasındaki en temel çabadır. İnsan ancak okuyarak kendisini olgunlaştırabilir. Okunan her kitap insan hayatında yeni bir ufuk açar. Dünyaya farklı pencerelerden bakmayı, farklı açılardan algılamayı sağlar. Düşünce, fikir ve hayal dünyamızı zenginleştirir.
Fikri olgunluğa ulaşmış insanların birikimleri olan kitaplar aynı zamanda yazıldığı dilin de en güzel örnekleri olacağı için okuyanın dil sevgisinin ve becerisinin pekişmesine de katkıda bulunacaktır.
Okumak aslında bir sanattır. Okuma çabasını neyi, niçin, ne zaman ve nasıl okumalıdır sorularının cevaplarına göre düzenlemek lazımdır.Zihinsel bir hazırlık yapmadan ve okumanın amaç ve tekniklerini bilmeden yapılan okumalar boş, faydasız bir etkinlik olmaktan öteye gitmeyecektir. Okurken mutlaka dikkatle, okuduğumuzun zevkine vararak ve okuduğumuzu eleştirebilecek kadar anlayarak okumalıyız.
Okuyucu herhangi bir eseri okumaya karar verdiğinde bu kitaptan beklediği faydaları bilmeli, okumak için zihninin hazır olduğu, sakin zamanları seçmeli ve kitabı anlamak için okumalıdır. Bu açıdan baktığımızda okur-yazarlıkla okuyuculuğu birbirine karıştırmamamız gerekir. İlköğretimin başlangıcında bulunan çocuklarımıza öğretmenlerin zaman zaman hızlı okuma yarışmaları yaptırdıklarını görürüz. Ancak bu etkinliğin sonunda çocuklara okuduklarından ne anladığı sorulduğunda çoğu okudukları metnin konusunu bile hatırlamamaktadırlar. İşte bu yüzden çocuklarımıza okumayı sevdirirken, okuduğunu anlama ve dağarcığında biriktirebilmenin şartlarını da öğretmeliyiz.
Ülkemizde, ne yazık ki, okuma, insanî bir ihtiyaç olan yemek, içmek, dinlenmek gibi algılanmadığı için az okuyan bir toplum karşımıza çıkmakta. Bu da kitabî, güvenilir, sağlam bilgi yerine, taklidî, kulaktan dolma, eksik ve yanlış bilgilerin topluma hâkim olmasına sebebiyet vermektedir. Bunu ülkemizde çıkan gazete, dergi ve kitapların basım sayısından anlayabiliriz. Böyle bir toplumun bilim, sanat ve teknoloji yönünden dünyayla yarışmasını elbette düşünemeyiz.
Okurken, okuduğumuz yazıların planlarına da dikkat etmeliyiz. Yazının konusundan başlayarak, kelimelerin cümle içinde kullanımlarına, kelimeler arası ilişkilere, paragrafların oluşturulmasına, yazının ana fikrine, bu ana fikri desteklemek için kullanılan yardımcı fikirlere dikkat ettiğimizde, okuma sırasında bunları fark ettiğimizde iyi bir yazılı anlatımın nasıl olması gerektiğini de görmüş oluruz. Böylece edindiğimiz bu bilgileri kendi yazılı çalışmalarımızda kullanabiliriz.
Sonuç olarak, anlayarak yapılan okuma etkinliği, insana hem okuma zevk ve alışkanlığı kazandırır hem de kişinin güzellik duygusunun gelişmesine sebep olur. Aynı zamanda insanın yeni şeyler öğrenmesini de sağlar. İnsanın düşünce dünyası zenginleşir, ufku genişler, hayal dünyası genişler ve kendisinde bir yazma, anlatma isteği oluşur. Onun için toplumsal gelişim ve başarı için okumanın önemi herkese anlatılmalı ve okuma teknikleri öğretilmelidir. Aşağıda okuma konusunun işlendiği güzel bir yazı örneği bulacaksınız.
Okuma tutkuların en asilidir. Ekmek nasıl bedeni beslerse, o da öylece ruhu besler. Alphonse Karr, okuma için "tatlı tatlı kendinden geçme" demiştir. Büyük yazarlar ömürlerinin yarısını okumakla geçirmişlerdir. Montesquieu "çeyrek saatlik bir okumanın gideremediği kederim olmamıştır." der. Bir kitap, her zaman güvenilebilecek bir dosttur.
Yas içinde bir ahbabına, Alphonse Dauet, "Güzel kitaplar okuyun" diye yazmıştı.
İyi olarak bilinen bir kitabı okurken isteksizlik duyarsanız kendinizi zorlayın. Sevmediğinizi anlamaya, kendinizi alıştırmalısınız ki, anlamamış olduğunuzu sevebilesiniz. Zihnin kendine göre haksızlıkları, taraf tutmaları, içgüdüsel çekinmeleri vardır. On yıl önce çekemediğiniz bir kitabı beğenir, eskiden hayran olduğunuzu da yavan bulursunuz.
Bir kitabı okumadan köşeye atıp mâhkum edenler vardır. Onlara benzememeye çalışalım. Gerçek okuyucular, hoşlarına gitmeyen kitaplardan bile ağır başlı bir dille bahsederler. Kendilerini naza çekenler ancak sahte okuyuculardır. Goethe'nin şu sözünü asla unutmayalım : "İçinde bir iyi tarafı bulunmayacak kadar kötü kitap yoktur." Okumadığını söylemek cesaretini gösterecek az insan vardır. Bu gibilere Rousseau'yu, Montesquieu'yu, Chateaubriand'ı övün, okumamış olduklarından, küçümser bir eda ile cevap verirler.
Goethe, ömrünün son yıllarında, 1830'da, "Okumayı öğrenmek sanatların en gücüdür... Hayatımın seksen yılını bu işe verdim, yine de kendimden memnun olduğumu söyleyemem." demiştir.
İşte şimdi şöyle önemli bir soruyla karşılaşıyoruz: Çok yazar mı okumalı, yoksa az yazar mı okumalı?
Plinius'e bakılırsa "Yazarları çok okumalı, fakat çok yazar okumamalı"dır. Bu, şu demektir: "Yalnız iyi kitapları okuyun." Seneca'nın bu hususta fikri katidir: "Bir sürü yazar ve her neviden eser okumak, kararsızlığa ve maymun iştahlılığa işarettir. Her zaman okuyabileceklerinden istifade edebileceği bir kaç yazar seç ki onlardan sana hatıralar elde edebilesin. Ömrü yolculukta geçenlerin binlerce ev sahipleri olur ama, bir tek dostları bulunmaz. Bir tek yazara bağlanmayı ihmal edip hepsine birden göz gezdireyim diyenin de başına aynı hal gelir."
Pepit de Julleville, öğütlerinde bu kadar ileri gitmiyor. Kitapların çokluğu onu korkutmuş değildir: "Zanneder misiniz ki, diyor, gayretli öğrenci günde hiç olmazsa bir saatini okumaya veremez." Tatilin en az üç veya dört günü bu işe tahsis edilemez mi? Hâlbuki ortalama bir hesapla, günde bir saat, yılda 365, dört senede 1460 saat eder. 1460 saatte, yavaşça, hatta elde kalem olmak üzere her biri beş yüzer sayfalık seksen tane kitap okunabilir. Sekizinci sınıfa girerken, mahdut ve akıllıca tasarlanmış bir okuma planını takip eden öğrenci, dört yıl sonunda, kompozisyon dersi için son derece kıymetli bir "ilk bilgi" hazinesini elde etmiş olur.
Şimdi, nasıl okumak lâzım geldiğini söyleyeyim. Sayfaları gelişigüzel karıştırıp sonradan ciddiyetle hüküm verenler vardır. Bunları hesaba katmayalım.
Diğerleri, bütünü hakkında bir fikir edinmek için kitaba önce bir göz atıp sonradan onu yeniden ele alır, bir daha okur ve inceler bu usul iyidir. Mamafih ikinci defa okumak mecburiyetinin insanı yıldırmaması için, ağır ağır, üzerinde dura dura ve baştan sona kadar bir defa okumayı tercih ederim. Tabiatıyla bu, ikinci kez okumadan kaçınmak manasına gelmez.
Bir yazarı tanıma yolunda yavaş yavaş ilerlemek son derece faydalı bir zevktir. Kendi hesabıma, ben ağır okumayı tabiat edindim ve bundan da zarar görmedim. Hiç bir zaman elimde kalemle okumadım. Not alarak alıkonulacak veya estetik zevkine varılacak yerlerini altını çizmekle yetinirim. Okuma bitince, bir kaç gün sonra bile olsa, yazarın ismini taşıyan bir fişin üzerine eserin özetini çıkarır, tenkitçi gözüyle kendi düşüncemi yazar, incelenecek veya zikredilecek yerleri gösteririm. Bu usul bana iyi görünüyor ve zaten birçok kimselerin bundan başka bir usule müracaat ettikleri yoktur. Asıl olan, işi yarıda bırakmamaktır. Bir eserden edinilecek tesirin iyiliği veya kötülüğü, okumaya ara verip vermemeye bağlıdır. Zannımca ezber öğrenmekten kaçınmalıdır.
Okuma şekli her insanın mizacına göre değişir. Fakat ne olursa olsun tekrar okumak her zaman için şarttır. Kabiliyetin derecesi tekrar okumakla anlaşılır. Yavan eserleri tekrar okumayı arzu etmeyiz. Bir eserin iyi olup olmadığını mı bilmek istiyorsunuz, bir kaç ay sonra tekrar ele alın. Kötüyse ikinci defa okumaya gelmez, iyi ise yepyeni bir tatla karşınıza çıkar.
Antione Albalat çev. Adnan Benk
III- İyi bir gözlemci olmak
Gözlem, iyi bir yazılı anlatım için olmazsa olmaz şartlardan birisidir. Gözlem etrafımızda olanların, olup bitenlerin fark edilmesidir. Çünkü farkında olduğumuz her şey zihnimizde bir tortu bırakacak bu da kültür birikimimize katkıda bulunacaktır.
Görmekle bakmak eş anlamlı sözcükler değildir. Görmek tamamen fiziksel bir olaydır. Görme kusuru olmayan herkes için geçerlidir. Görme alanımıza giren her nesne, olay veya varlık mutlaka görüntü olarak gözümüze yansır. Ancak bizim bunlarla ilgili bir görüşümüzün olabilmesi için ona dikkatlice bakmış olmamız lazımdır. Bakmak görülen bir nesne, olay veya varlığın dikkatlice incelenmesi ve zihne nakşedilmesidir. Bakmak şuurlu bir etkinliktir. Her gün önünden geçtiğimiz bir binayı görmemiş olmamız mümkün değildir. Ama eğer dikkatlice bakıp incelemediysek onunla ilgili hiçbir şey konuşamayız veya yazamayız. Gözlem becerisi veya alışkanlığı olmayan kimselere toplumumuzda bakar kör denildiğini hepimiz biliriz.
Birçok edebi türde (öykü, roman, masal, tiyatro) bu gözlemlere dayanan paragraflara rastlarız. Bu paragraflar insan dışındaki canlı veya cansız varlıkların ayırt edici özelliklerine dayanıyorsa tasvir paragrafı, insan tasvirlerine dayanıyorsa portre paragrafı adını alır. Biz de yazacağımız yazılarda bu tür paragraflardan yararlanabiliriz. Bunun için de daha önce de belirttiğimiz gibi etrafının farkında olan iyi birer gözlemci olmalıyız.
IV- Üslûp sahibi (Bireysellik-Kendine Özgülük) olmak
Yazılı kompozisyonda başarılı olmanın temel şartlarından birisi de kendine özgülük yani üslûptur. Üslûp basit olarak herhangi bir konuya herkesin bakmaya alıştığı bir açıdan değil farklı, orijinal bir açıdan bakabilmektir.
Üslûp meselesini şu örnekle somutlaştıralım: Beş penceresi olan bir odada pencerelerden dördünü kâğıtla kapatsak ve tek pencereyi açık bıraksak, odadakilere o pencerelerden bakarak ne gördüklerini anlatmalarını istesek bize birbirine benzeyen şeyler anlatacaklardır. Çünkü hepsi de pencerenin açısının izin verdiği şeyleri görebilmektedir. İşte üslûp bunun tersidir. Üslûp, herhangi bir meseleye herkesin baktığı ve bakmaya çalıştığı açıdan değil farklı bir pencereden, farklı bir açıdan bakabilmektir.
Bu yüzden herhangi bir konuda düşüncelerimizi yazılı olarak aktarırken, basmakalıp sözlerden, önceden söylenmiş düşüncelerden uzak durmalı, yeni, söylenmemiş düşünceler bulmalı ve orijinal olmalıyız. Şunu da unutmamalıyız ki hiçbir taklit asla orijinalin yerini tutamaz. Azerbaycanlı büyük şair Bahtiyar Vahapzâde?nin Gölgede yatanların öz gölgesi yoh olur, mısrasında söylediği gibi başkalarının düşüncelerini, görüşlerini tekrar edenlerin kendi kişilikleri, üslûpları asla gelişmez.
V- Düşünmek
Kompozisyonda başarılı olmanın yollarından birisi de doğru ve etkili düşünmektir. İnsan belleği, okuduklarını, gördüklerini, yaşadıklarını depolar. Mehmet Kaplan'ın deyimiyle "İnsan beyni bir intiba (düşünce) deposudur." Ancak, insan, edindiklerini bu depoda bir düzen, intizam içinde değil karmakarışık biriktirir. İşte doğru ve etkili düşünme, insanın ihtiyaç duyduğunda bu depodaki bilgileri, birbirinden ayırması (seçme), bir önem sırasına koyması (kıyaslama), ne zaman ve nasıl kullanacağını kararlaştırması (karar verme) ve ihtiyacına göre kullanması (sonucu değerlendirme)dır.
Doğru ve etkili düşünme aynı zamanda insanın kafasındaki birikimlerden faydalanarak, henüz olmamış şeylerle ilgili hayaller kurmasını da sağlar. Dolayısıyla hayal dünyası zengin insanlar ortaya çıkarır. Hayal dünyası zengin olan insanlar daha verimli ve yaratıcı olurlar. İnsanlık tarihini değiştiren büyük buluşlar önce mucitlerin hayallerinde canlanmış ve yapılmalarına ilham verilmiştir.
Düşünceyi doğru ve etkili kullanmak birçok öğrencimizde ortaya çıkan odaklanamama problemini de ortadan kaldıracaktır. Neyi, ne zaman, niçin, hangi sırayla yapacağını (veya yazacağını) bilen bir kişinin yaptığı işte başarısız
olması zayıf bir ihtimaldir. Böylece, düşünce insanı kısırlıktan kurtaracak, daha verimli bir hale getirecektir.
VI- İyi bir ana dil bilgi ve becerisine sahip olmak
Yazılı anlatımda barılı olmanın en önemli şartlarından birisi de ana dil birikimi ve becerisidir. İnsan biriktirdiklerini aktarabilmek için dile muhtaçtır. Çünkü dil, insanlar arasındaki yegâne anlaşma aracıdır. Konuşurken de yazarken de, dilimizin imkân ve zenginliklerinden faydalanırız.
MENİM ANAM
Savadsızdır,
Adını da yazabilmir menim anam.
Ancağ men say öğredib,
Ay öğredib,
İl ögredib,
En vacibi dil öğredib menim anam.
Bu dil ile tanımışam,
Hem sevinci hem de gamı.
Bu dil ile yaratmışam,
Her şiirimi, her nağmemi,
Yox men heçem,
Men yalanam.
Kitap kitap sözlerimin
Müellifi menim anam.
Büyük Azerbaycanlı şair Bahtiyar Vahapzâde'nin yukarıda veciz mısralarla ifade ettiği gibi ana dilimiz önce en yakınlarımızdan, özellikle de anamızdan, edindiğimiz kutsal bir emanettir. Bu yüzden biz de bu emanete layıkıyla sahip çıkmalı ve onu doğru ve bütün zenginlikleriyle öğrenmeyi bir görev bilmeliyiz. Ancak o zaman düşüncelerimizi, duygularımızı, hayallerimizi doğru ve etkili bir şekilde karşımızdakilere aktarabiliriz.
Dilbilgisi (gramer) konuları bazı insanlara soğuk ve itici gelebilir. Ancak şu unutulmamalıdır ki bir dilin kurallarını bilmeden o dili doğru ve etkili kullanmak mümkün değildir. Bugün yabancı dil öğrenirken çocuklarımız o dilin kurallarını hiç yüksünmeden kısa sürede öğrenir ve ezberlerken, 17-18 yaşına gelmiş çocuklarımızın halen Türkçemizin temel ses kurallarından olan, dil ve dudak benzeşmesiyle ilgili kuralları bilmemesi ve bazen de bunları alaya alması, üzerinde durulması gereken ciddi bir problemdir.
Bu yüzden hiç yüksünmeden dilimizin bütün kural ve zenginliklerini, bir görev olarak, öğrenmeli ve bunları bir sınav veya ders konusu olmaktan çıkartıp kalıcı kültür haline getirmeliyiz. Daha sonra da büyük düşünürlerimizin, yazarlarımızın, edebiyatçılarımızın oluşturduğu zengin birikimimize ulaşmalı ve dilimizin bu güzel eserlerini okuyarak kendimizi yetiştirmeliyiz. Aşağılık duygusundan; kendimizi, dilimizi ve kültürümüzü küçük görmekten ancak bu şekilde kurtulabiliriz. Okuduğumuz her eser bizi dilimize biraz daha yakınlaştıracak, kelime hazinemizi zenginleştirecek ve düşünce dünyamızı genişletecektir. Böylece de yazılı ve sözlü anlatım imkânlarımız artacaktır.
2- Yazılı Kompozisyonda Takip Edilecek Yöntem
Kompozisyonda amaç ele aldığımız konuyu en doğru, etkili ve güzel bir şekilde karşımızdakilere aktarmaktır. Bu sebeple, yazılı ve sözlü kompozisyon çalışmalarını kendine özgü yöntemler kullanarak başarılı kılabiliriz. Konu ile ilgili aklımıza gelen her şeyi karma karışık aktarırsak ortaya çıkan sonuca kompozisyon demek mümkün olmayacaktır.
Bir yazılı kompozisyonda başarılı olmak için üç aşamadan oluşan şu yöntem takip edilmelidir:
Herhangi bir konuda kompozisyon yazarken düşülen en büyük hata, konu ile ilgili hiçbir zihinsel hazırlık yapmadan, konuyu kafasında canlandırmadan çalakalem yazıya başlamaktır. Böyle bir durumda yazıda bir mantık bütünlüğü sağlanamamakta, sık sık konudan uzaklaşılmakta, paragraflara arasında anlam ilişkisi kurulamamakta, dolayısıyla da iyi bir yazı ortaya çıkmamaktadır.
Bir kompozisyon yazmaya başlamadan önce, şu dört aşamadan geçerek konuyu bütün boyutlarıyla zihnimizde canlandırabiliriz:
a- Konuyu belirlemek
b- Konuyu sınırlandırmak
c- Konunun ana fikrini ve yardımcı fikirlerini bulmak
d- Ana fikri ve yardımcı fikirleri somutlaştıracak buluşlar yapmak.
a- Konuyu belirlemek
Kompozisyon yazarken çeşitli türlerden bir eser, bir atasözü veya özlü söz çıkış noktamız olabilir. Burada bize düşen en önemli görev konunun ne olduğunu tam olarak anlamaktır. Mesela yazımız M. Cemal Kuntay?ın:
"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır."
mısraları üzerine olsun. Burada konu bayrak, bayrak için dökülen kan, veya toprak parçası olamaz. Kompozisyonu yazacak kişi, önce zihninde bu yazının konusunun vatan sevgisi olduğunu belirlemeli ve diğer adımlarını bu konuya göre atmalıdır. Bunu yaparken dikkat edilmesi gereken bir başka husus da konu ile, ilgili ana fikri birbirine karıştırmamaktır. Bu aşamada konunun tam anlaşılabilmesi için, verilen parçada, varsa, bilinmeyen kelimelerin anlamlarının da tespit edilmesi gerekir.
b- Konuyu sınırlandırmak
Her konu içinde çeşitli parçalar barındıran bir bütündür. İyi bir yazılı anlatım için düşünce aşamasında yapacağımız ikinci önemli iş, gerekiyorsa, konuyu sınırlandırmaktır. Böylece sınırları belirlenmiş bir alanımız olacağı için düşünce karmaşası ve dağınıklığıyla karşılaşmamış oluruz.
Mesela çevre kirliliği konulu bir makale yarışmasına katılsak, bu konuyu kafamızda canlandırırken konunun birçok boyutu olduğunu görürüz: toprak kirliliği, su kirliliği, hava kirliliği, gürültü kirliliği vb. gibi. Konunun bütün boyutlarını yazacağımız yazıda anlatmaya kalktığımızda iki temel problemle karşılaşabiliriz:
1- Yazının teknik olarak belirlenen sınırlarını aşabiliriz (Genellikle bu tür etkinliklerde kelime sınırlaması konulmaktadır).
2- Konunun bütün boyutlarıyla ilgili bilgimiz olmayabilir veya konunun her boyutu bulunduğumuz çevre için sorun olmayabilir.
Diyelim ki, doğduğumuz, yaşadığımız şehir veya bölgede tarımsal faaliyetler kısıtlıysa toprak kirliliği problemi kafamızda zor canlanır. Ancak okuduklarımız veya duyduklarımızla bir fikir ileri sürebiliriz. Hâlbuki bir sahil kentinde yaşayan kişi için deniz kirliliği bizzat yaşanılan bir olgu olduğu için bütün canlılığı ve boyutlarıyla problem ve çözüm önerileri tespit edilebilir. O halde herhangi bir konu üzerinde yazarken, konu genel hatlarıyla tanıtıldıktan sonra, konunun en iyi bilinen boyutuna odaklanmalıdır. Bir başka deyişle konu sınırlandırılmalıdır.
c- Konunun ana fikrini ve yardımcı fikirlerini bulmak
Konuyu belirleyip, sınırlandırdıktan sonra atılacak üçüncü adım konunun ana fikrini tespit edip, bu ana fikrin hangi yardımcı fikirlerle destekleneceğini bulmaktır.
Ana fikir; bir yazarın kendi görüş, anlayış ve sezgisine göre, ele aldığı konunun, işleyişinde temel tuttuğu ve okuyucu tarafından anlaşılmasını istediği fikirdir. Dolayısıyla ana fikir yazarın yazıda ulaşmak istediği amaç, okuyucusuna vermek istediği temel düşüncedir.
Ana fikri somutlaştırmak için kullanılan fikirlere yardımcı fikirler denir. Yardımcı fikirler birden çok sayıda olması gerektiği için çeşitli paragraflara yayılmışlardır. Özellikle yazının gelişme bölümünde karşımıza çıkacak paragrafların her birisi ana fikri desteklemek için kullanılan yardımcı fikir paragraflarıdır.
Ana fikrin ve yardımcı fikirlerin bulunmasıyla ilgili birkaç örnek verelim:
1-Konu: "Ne Mutlu Türküm Diyene."
2-Ana fikir: "Türk milletinin bir ferdi olmak büyük bir övünç sebebidir."
3-Yardımcı fikirler:
-Türk milletinin bir parçası olmak, etnik değil sosyolojik bir olgudur.
-Türk milleti tarihe yön vermiş büyük bir millettir.
-Türk milletinin insani hasletleri (özellikleri) üst düzeydedir.
-Türk milleti yarattığı kültür ve medeniyetle dünyayı etkilemiştir.
-Türk milleti kendi kutsallarına dokunulmadığı sürece barışın simgesidir.
1- Konu: Vatan, çalışkan insanların omuzları üstünde yükselir.
(Tevfik Fikret. Vatan Sevgisi)
2- Ana fikir: Gerçek vatanseverlik, vatanın yükselmesi ve gelişmesi için her sahada çalışmaktır.
3- Yardımcı fikirler:
-Vatan sevgisi sözde kalmamalıdır.
-Gerçek vatanseverler, ilim, sanat ve teknoloji sahalarında çok çalışarak vatanlarına hizmet ederler.
-Her çalışmasında ülkesinin çıkarlarını da düşünen vatanseverlerin az olduğu ülkeler dünyayla yarışamaz.
-Bir ülkenin yükselmesi, gelişmesi, refaha ulaşması sahip olduğu çalışkan fertleriyle mümkündür.
d- Buluş yapmak:
Kompozisyon yazarken geçirmemiz gereken ilk aşama olan zihinsel hazırlığın son adımı buluş yapmaktır. Buluş yapmak bir önceki aşamada bulduğumuz ana fikri ve yardımcı fikirleri bilgi ve birikimlerimizi kullanarak zihnimizde canlandırmak, böylece bu fikirleri somutlaştırmaktır. Buluş veya buluşlar ana fikrin ve yardımcı fikirlerin okuyucu üzerindeki etkisini daha da artıracak ve yazıyı hem akıcı, canlı hem de inandırıcı kılacaktır.
Zihnimizde canlandırdığımız bu konularla ilgili kısa notlar alıp, anlatma safhasında bu notlardan faydalanabileceğimiz gibi konuyla ilgili çevremizdekilerin düşüncelerinden, hakkında önceden yazılmış yazılardan da faydalanılabilir.
Bu zihinsel hazırlıklardan sonra artık yazılı kompozisyonun ikinci aşaması olan ?planlama? kısmına geçebiliriz.
II- Yazılı Kompozisyonda Plan
Üzerinde yazı yazacağımız herhangi bir konuyu zihnimizde canlandırıp buluşlar yaptıktan sonra bunları belirli bir düzen içinde önem sırasına koymak gerekir. İşte bu çalışmaya yazıda plan denir. Plan, kompozisyonun temelidir. Plansız bir yazıda düşünceler, tekrarlanabilir, birbiriyle çelişebilir ve anlaşılır, takip edilebilir olmaktan çıkabilir. Plan bize neyi, ne zaman, niye, hangi sırayla yazacağımızı sağlayacağı için bir kompozisyonun olmazsa olmaz şartıdır. İyi bir planın başlıca faydaları şunlardır:
-Neyin, ne zaman, hangi sırayla yapılacağı bilindiği için yazıda bir anlam ve mantık bütünlüğü oluşur.
-Plan yazıda tekrarları önleyerek yazının akıcılığını sağlar.
-Yazılacaklar daha önceden bilindiği için kompozisyon heyecanlanmadan, bocalamadan, rahatça yazılabilir. Bu da güzel bir kompozisyonun ortaya çıkmasını sağlar.
-Böyle bir alışkanlık hayatın her safhasında planlı yaşamayı da sağlar. Böylece hayata bir plan, düzen içinde bakabilme becerisi kazanılır.
-Güzel yazılar ortaya çıkacağı için, daha sonra yapılacak bu tür etkinlikler zevkle yapılır.
A- Plan Çeşitleri
Yazılacak yazının türüne göre üç tür plan vardır:
a) Harekî (devinsel) plan
Harekete dayalı plandır. Olaya dayanan yazılarda (hikâye, roman, tiyatro, masal vb.) kullanılan plandır. Bu tür planlarda yazının çıkış noktası olan olay veya olaylar belli bir düzen içinde sıralanırlar.
b) Fikrî-Mantıkî (düşünsel) plan
Temel felsefesi fikir (düşünce) olan yazı türlerinde (makale, fıkra, eleştiri, deneme, sohbet vb.) kullanılan plan türüdür. Bu planda ele alınan düşünce, çeşitli açılardan ele alınarak ve çeşitli yöntemlerle (açıklama, örneklendirme, tanımlama gibi) ispat edilmeye çalışılır.
c) Hissî (duygusal) plan
Duyguya dayalı bu plan duygu, hayal ve heyecan gibi özellikler taşıyan şiir ve mensur şiir gibi yazılı anlatım türlerinde karşımıza çıkar.
B- Yazılı Kompozisyonda Muhteva (içerik) Planı
Yazılı bir kompozisyon çalışması içerik olarak üç bölüm olarak planlanır:
a) Giriş bölümü
Harekî (devinsel) planlarda serim adıyla da karşımıza çıkan giriş bölümü yazılı anlatımın başlangıç bölümüdür. Bu bölümde, fazla bir ayrıntıya girmeden konu, kısaca ortaya konur. Özellikle fikrî planların uygulandığı yazılarda giriş bölümü oldukça kısa olmalıdır. Olay yazılarında ise giriş bölümü birkaç paragraftan oluşan daha uzun bölümler olarak karşımıza çıkabilir. Bu bölüm yazının anahtarı gibidir. Onun için okuyucunun ilgisini çekecek bir tarzda oluşturulmalıdır.
b) Gelişme bölümü
Harekî planla yazılan, olaya dayanan metinlerde düğüm bölümü adıyla tanımlanan gelişme bölümünde yazar zihinsel hazırlık bölümünde anlattığımız ana fikri ve yardımcı fikirleri bulma ve buluş yapma aşamasında belirlediği düşüncelerini mantıklı bir sıra içerisinde bu bölümde kullanır. Gelişme bölümü yazının en geniş bölümüdür. Birkaç paragraftan oluşabileceği gibi yazının türü ve konusuna göre sayfalarca ve birçok paragraftan da oluşabilir. Bu bölümde, daha önceden tespit edilen yardımcı fikirler, her biri ayrı bir paragrafta olmak üzere, kullanılır.
Gelişme bölümünde girişte ortaya konulan konu bütün yönleriyle ele alınır, irdelenir ve ispatlanmaya çalışılır. Bu bölümde paragraflar benzer uzunlukta kurulursa okuyucunun paragraflardaki anlam ilgisini takibi kolay olur. Dolayısıyla daha kolay anlaşılan ve kavranan bir metin ortaya çıkar.
Olay yazılarında bu bölümde girişte tanıtılan olay gelişir ve okuyucuda bir merak duygusu uyandırılmaya çalışılır.
Giriş bölümü oluşturulurken hedef kitlenin ihtiyaçları, eğitim seviyesi, yaş grubu vb. dikkate alınmalı, yazı buna göre planlanmalıdır.
c) Sonuç:
Olay metinlerde çözüm bölümüdür. Bu bölümde, giriş bölümünde tanıtılan, gelişme bölümünde bütün ayrıntısıyla irdelenen konuyla ilgili bir hükme, yargıya varılır. Bu bölüm yazının ana fikrinin işlendiği bölümdür.
Olay yazılarında ise çözüm bölümünde, gelişme bölümünde okuyucuda uyandırılan merak duygusu giderilir ve olay bir çözüme kavuşturulur.
Sonuç bölümü özellikle düşünce yazılarında olabildiğince kısa, açık ve dikkat çekici olmalı, okuyucuyu ana fikir konusunda ikna etmelidir.
YENİ ŞİİR
GİRİŞ
Yeni şiir başka, yeni şair başka. Yeni şiir dıştadır, yani bugün yeni şiir denilen şey, dış bakımdan eski şiire benzemeyen şeydir, değişiklik kalıpta; ama öz değişmemiş olabilir. Yeni şair ise şiire, kendinden önce gelenlerin eserlerinde bulunmayan bir öz getirmiş olan adamdır. Onun şiiri dıştan bakılınca, eski şiire tıpkı benzeyebilir. Nedim de Baki gibi, Naili gibi gazeller, kasideler yazar, hem de hep o konular üzerine yazar. Ama içten bakınca onun şiirinin Bâki?nin şiirinden, Nailî'nin şiirinden apayrı olduğunu görürsünüz: "Bu söz Nedim'in sözüdür." dedirten bir hali vardır. Galip için de bunları söyleyebiliriz. Nedim ile Galip edebiyatımızda birer yeni şairdir; bütün büyük şairler birer yeni şairdir. Yeni şairin başlıca vasfı eskimemektir. Nedim eskiyemez, Galip eskiyemez, Victor Hugo, Rimbaud eskiyemezler, Yahya Kemal eskiyemez (Yani ben onun yeni bir şair olduğuna, yeni bir şair olduğu için de eskimeyeceğine inanıyorum).
GELİŞME
Yeni şiir ise eskidir. Bir zamanlar gazel yazmak da elbette yeni, yepyeni, züppelik sayılacak kadar yeni bir şey olmuştur; aradan yıllar geçip herkes alışınca gazel yazmak eskimiştir. Vezinsiz, kafiyesiz şiir yazmak elli yıl sürerse, o çeşit şiirlere gene yeni mi denecek? Yeni Cami de bir gün elbet yeni imiş ki yeni denilmiş, ama bizim için eski bir aşinadır. Bir de İstanbul'un bizim çocukluğumuzdaki ahşap ?Cisr-i cedid'ini, yani Yeni Köprü?sünü düşünün, bugün öyle sanıyorum ki bir tahtası kalmadı. Edebiyat-ı Cedide bize ne kadar köhne geliyor?
Böyle söylemekle yeni şiiri, vezinsiz, kafiyesiz şiiri kötülemek mi istiyorum? Hayır, onu ne kadar sevdiğimi yıllarca söyledim durdum. Şairin keyfine karışmam: vezni, kafiyeyi ister kullanır, ister kullanmaz. Ama bir şiiri, vezinsiz, kafiyesizdir diye ille yeni bulanlardan da değilim.
Vezin, kafiye dış kalıplardır. Bir dış olduğu gibi, bir de iç kalıp vardır. Bugünkü şairlerimizi incelediğimiz zaman bulduğumuz ortak vasıflar iç kalıplardır. Dış kalıp nasıl eskirse iç kalıp da öylece eskir. Diyelim ki bugünkü şiirin, genç şiirin başlıca vasfı, bazı kimselerin söyledikleri gibi, yaşama sevgisi, yaşamaktan duyulan hazzı söylemek eskidir. Öyleyse yaşama hazzı, bugünkü şiirin iç kalıbıdır: vezinsizliği, kafiyesizliği gibi onun üzerinde de çok durmaya değmez. Yarın eskiyecek bir yenilikten bana ne? Ben ona yenilik dersem bundan yüz yıl sonra gelecek insanlar: "Buna bak, bu kadar eski bir şeye yeni diyor!" demezler mi? Benim bugün yeni sayacağım şey bundan beş yıl, bin yıl sonra da yeni gözükmelidir.
Gerek bugün, gerek bundan bin yıl sonra yeni gözükecek şey ise ancak bir şairin, bir sanat adamının kişiliği, kendinden başka kimsede bulunmayan vasfıdır. Yeni şair Homeros, yeni yazar Montaigne.
O yenilik eskimediği gibi ona benzemek de kimsenin elinden gelmez.
"Bir şairin, bir sanat adamının asıl değeri herkesten başka olmasında, kimseye benzememesindendir." demek mi istiyorum? Şair, sanat adamı bana hiç benzemiyorsa, yalnız kedini söyleyip de beni söylemiyorsa ondan bana ne? Ben bir sanat eserinde sevinçlerimi, kendi acılarımı görmeliyim ki, ona ilgi gösterebileyim, onu anlayabileyim. Yoksa bana büsbütün yabancı kalır. Onun karşısında bir şaşkınlık duyabilirim ama, onu sevemem, onu kendi hayatıma karıştıramam.
Hayır bir sanat adamının kişiliği, herkesten başka olmasında değil, herkesle bir olmasındandır. Yalnız kendisinde bulunan bir şey söyler, ama onu söylemekle bütün insanlar söyler. Yalnız kendine vergi olan bir söyleyişi vardır ki, onda küçük büyük her insan kendini bulabilir. Yeni Şair:
"Malumdur benim suhanım, mahlâs istemez." diyebilen, bunu haklı olarak söyleyebilen adamdır; ama bu: "Benim şiirimde bütün insanlık vardır, ama bunu ancak ben böyle söyler, sezdirebilirim." demektir.
SONUÇ
Öyle ise, yeni şair, yeni sanat adamı insanda kendisinden önce bilinmeyen birtakım duygular bulan; yahut o duyguları yaratan kişi midir? Hayır, hiçbir sanat adamı insanlıkta yeni bir duygu bulmaz, yeni bir duygu yaratmaz. Zaten var olan duyguları söyler. Ancak öyle söyler ki, biz o duyguların o şairin söylediğinden başka türlü söylenemeyeceğini o şairin duygularına en uygun deyişi bulduğunu anlarız. Yeni şair, eskimeyen, ölmeyen yeni şair, bir dil arasından insanlara kendilerini en iyi anlatacak, sezdirecek şekiller bulmuş olan adamdır. Nurullah Ataç (Sözden Söze)
C- Yazılı Kompozisyonda Şekil Planı
Yazılı kompozisyon yazılırken şekil planına da dikkat edilmelidir. Çünkü sonuçta kompozisyon her alanda bir düzen fikrinin yerleşmesini amaçlar. Öğrencilerin kompozisyon kâğıtlarında öğretmenlerin ilk baktıkları şey içerik değil yazının kâğıda geçirilirken kullanılan şekil planıdır. Şekil planında üç ana unsur dikkate alınır. Bunlar:
a) Sayfa düzeni
Yazılı kompozisyonlar rasgele kâğıtlara değil, çizgisiz, A4 kâğıdı dediğimiz belirli boyuttaki kâğıtlara yazılmalıdır. Kâğıtlar temiz ve kırışmamış olmalıdır.
Kompozisyon yazılılarında sadece kurşun kalem kullanılmalı, ödevlerde ise mavi veya siyah renkli tükenmez veya mürekkepli kalem kullanılabileceği gibi, bilgisayar da kullanılabilir. Hatta geri dönüşler ve düzeltmeler daha kolay olduğu için imkân dâhilinde bilgisayar tercih edilmelidir.
Yazı kâğıda geçirilirken genellikle şu ölçüler kullanılır: Kâğıdın sol üst köşesine ad-soyad, sınıf, numara, bölüm gibi kimlik bilgileri yazılır. Bunların altına satır başı yapılarak konu yazılır. Konunun altına kâğıdı ortalayarak başlık yazılır. Başlık kâğıdın 3 cm altına yazılır. Kâğıdın sol tarafında 2.5/3 cm, sağ tarafında 2 cm, alt tarafında da 2.5/3 cm boşluk bırakılır. Kâğıdın sağ üst köşesine de günün tarihi yazılır.
Satırbaşı 1 cm veya 5 harf içeriden başlatılır.
b) Başlık
Kompozisyonda mutlaka olması gereken hususlardan birisi de, kompozisyona bir başlık koymaktır. Başlık bir bakıma yazınızın adıdır. Kullanılan başlığın orijinalliği ve başarısı okuyucuyla yazıyı bütünleştirir. Bir bakıma başlık, yazının kapısını açan anahtar gibidir. Başlığı bulunmayan bir kompozisyon kesinlikle tam bir kompozisyon değildir.
Kompozisyonda başlık yazmanın ne zaman olması gerektiği sorusunun kesin bir cevabı yoktur. Başlık istenirse yazıya başlarken, istenilirse de yazı bitirildikten sonra konulabilir. Ancak konunun çerçevesini belirlemesi ve yazıyı yönlendirmesi açısından başta konulması daha faydalı olabilir. Ancak bu tamamen kişisel bir tercihtir ve yazar kendini nasıl rahat ve verimli düşünüyorsa başlık tercihini de ona göre yapabilir.
Yazılarda kullanılan başlıklar (Akademik yazılarda bu kural göz ardı edilebilir.) mümkün olduğunca kısa, konu ile ilgili, albenisi olan ilgi çekici bölümler olmalıdır. Uzun, konu ile ilgisi olmayan başlıklar okuyucunun ilgisini dağıtacağı için okuyucunun okuma isteğini de azaltır.
Başlıklar yazının üstüne sayfa ortalanarak yazılır. Başlıklarda büyük temel harfler kullanılır. Bağlaçlar ise küçük harfle başlar. Soru ve ünlem anlamı taşıyan başlıklar dışında, başlıklarda herhangi bir noktalama işareti veya süsleme kullanılmamalıdır.
c) Yazı düzeni
Kompozisyonda yazı düzeni konusunda şu hususlara dikkat edilmelidir:
-Yazı eğer elle yazılıyorsa, düzgün ve okunaklı yazılmalı, kelimeler kurallarına uygun olarak birbirinden ayrılmalıdır. Okuma sırasında kelimeler birbirine karışmamalıdır.
-Satır aralarındaki boşluk 1 cm ve 1.5 cm olmalıdır. Paragraflar arasındaki boşluk ise bundan fazla olmalıdır.
-Satır sonuna sığmayan kelimeler hecelerine ayrılırken, Türkçenin hece bölünme kuralları dikkate alınmalı ve kelimeler bölünmemelidir.
Ç- Paragraf (Yazı Bölümü) ve paragrafta plan
Paragraf Latince yazı ve bölüm anlamına gelen iki kelimeden oluşur ve Türkçe karşılığı olarak ?yazı bölümü? olarak kullanılır. Paragraf kısaca birr duyguyu, bir düşünceyi veya bir olayı değişik yönlerden açıklayan yazı bölümüne denir.
Daha önceki bölümlerde yazının zihinsel hazırlık döneminde yapılması gereken etkinliklerden birisinin de yazının ana fikrinin ve yardımcı fikirlerinin bulunması olduğunu söylemiştik. İşte paragraf, her bir yardımcı fikrin ayrı bir yazı bölümü olarak oluşturulmasıdır. Yazıdaki bu bölümler hem yazının kolay anlaşılmasını sağlar hem de yazının çeşitli boyutlarının birbirini takip eden bir anlam bütünlüğü içinde sunulmasını sağlar.
Yazılı anlatımda kullanılan paragraflar yazının rastgele bölümlere ayrılması değildir. Paragraf, yazının tümünde ele alınan konuyu çeşitli yönleriyle ele alıp açıklamaya, ispat etmeye vb. yarayan bölümler olduğuna göre, yazının bütününde oluşturmaya çalıştığımız muhteva planını her bir paragrafta da mutlaka göz önünde bulundurmalıyız. Böylece yazar düşüncelerini hiçbir karışıklığa düşmeden okuyucularına daha doğru, etkili ve düzenli aktarma imkânı sağlarken, okuyucu da doğru oluşturulmuş paragraflar sayesinde yazıyı daha rahat okur, daha rahat anlar ve takip edebilir.
İyi bir paragrafta uyulması gereken plan, aynı yazının tümünde uygulandığı gibi, paragrafın giriş, gelişme ve sonuç bölümleriyle (cümleleriyle) oluşturulmasıdır. Ancak paragraflar bazen tek cümleden oluşan çok kısa paragraflar olabileceğinden bu tür paragraflarda yukarıda bahsedilen bölümler olmaz.
-Paragrafın giriş bölümünde paragrafın konusu ortaya konur. Giriş bölümü bir tek cümleden oluşabileceği gibi birkaç cümleden de oluşabilir. Bir paragrafta soru, tasvir (betimleme), tanım veya konuşma cümleleriyle giriş yapılabilir. Genellikle paragrafın giriş cümlesi paragrafın ana düşüncesinin ortaya konulduğu temel cümledir. Böylece okuyucuda paragrafta işlenecek konu ile ilgili sağlam bir fikir oluşması sağlanır. Ancak temel cümle bazen paragrafın ortasında veya sonunda da verilebilir.
-Paragrafın gelişme cümlesinde, giriş cümlesi veya cümlelerindeki düşünceler çeşitli yönleriyle ele alınır ve yazının bütününde olduğu gibi yardımcı düşüncelerle temel konu pekiştirilmeye çalışılır. Paragrafın ana düşüncesini destekleyen yardımcı düşünceler mantıksal bir dizilişe göre sıralanır. Yine yazının bütününde olduğu gibi, zaman sırasına göre (kronolojik), görüş tarzına göre, yakınlık ve uzaklık durumuna, azdan çoğa, soldan sağa, sağdan sola, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye, bütünden parçaya, parçadan bütüne doğru sıralanabilir.
Paragrafın uzunluğu veya kısalığı paragrafta ele alınan konu ve düşünceye göre değişebilir. Ancak konu dışına çıkılarak, gereksiz ayrıntılarla uzatılarak oluşturulan uzun paragraflar sıkıcı ve verimsiz olacağından bu tür paragraflardan kaçınmak gerekir.
-Paragrafın sonuç cümle/cümleleri ise paragrafta ele alınan konu, olay ve düşüncenin bir sonuca bağlandığı cümle/cümlelerdir. Bazı paragraflarda temel cümle-ana cümle paragrafın giriş bölümünde verilirken bazı paragraflarda da bu sonuç cümlesinde verilmiş olabilir. Şimdi, anlattıklarımızı bir paragraf üzerinde görelim:
Özgürlüğe ermek, kölelikten, tutsaklıktan kaçmakla değil, köleliği, tutsaklığı yıkmakla ortadan kaldırmakla olur. (Giriş)
Özgürlük isteyen, özgürlük için uğraşan kişi Latin oyunlarında efendisinin oğlunu sevdiğine kavuşturup azat edilmeye çalışan köleye benzemez. Yalnız kendisi değil, bütün kişiler kölelikten, buyruk altında olmaktan kurtarılacak. Bir kendi için değil, bütün benzerleri için çabalar.(Gelişme)
Özgür kişi kendi kendinin, duygularının, tutkularının da kölesi değildir demiştik: Bir başına yaşayıp öylece özgür olmak isteyen kişi ise kendi kendinin özseverliğinin kölesidir. (Sonuç). (Nurullah Ataç-Diyelim,1954)
Yazının bütününde ise üç çeşit paragraf karşımıza çıkar:
-Giriş paragrafı/paragrafları
-Gelişme paragrafı/paragrafları
-Sonuç paragrafı/paragrafları
-Giriş paragrafı/paragrafları
Genellikle tek paragraftır. Ancak, olay yazılarında bu birkaç paragraftan oluşabilir. Bu bölümde gereksiz ayrıntıya girilmeksizin, herhangi bir düşünce ispat edilmeye ve bir hüküm verilmeye çalışılmaksızın konu ana hatlarıyla ortaya konur ve okuyucuya tanıtılır. Bu bölümde zaman zaman ana düşünce de kullanılıp okuyucu bu yönde konunun amacına hazırlanabilir.
-Gelişme paragrafı/paragrafları
Bu bölüm, daha önceden tespit ettiğimiz yardımcı fikirlerin belli bir sıra ve düzen içinde sıralandığı bölümdür. Yazının inandırıcılığı ve etkisi, ana fikri desteklemek için bulacağımız yardımcı fikirlerle doğrudan ilgili olduğu için bu bölüm yazının en geniş bölümüdür. Tek bir yardımcı fikirle (dolayısıyla tek bir paragraftan oluşan gelişme bölümüyle) desteklenen temel düşünce yeterince anlaşılamayacağı ve inandırıcı olmayacağı için, bu bölüm mümkün olduğunca değişik yardımcı düşüncelerin işlendiği çok sayıda paragraftan oluşmalıdır. Gelişme paragrafları oluşturulurken, paragraflardaki düşünceler birbiriyle çelişmemeli ana fikri destekleyen bir mahiyette birbiriyle uyumlu olmalıdır.
-Sonuç paragrafı/paragrafları
Yazının bir ana fikre bağlı olarak, bir hükme, yargıya bağlandığı bölümdür. Genellikle tek paragraftan oluşan kısa bir bölümdür. Ancak olay yazılarında (hikâye, roman, masal vb.) bu bölüm birkaç paragraftan da oluşabilir.
III- Anlatım
Kompozisyonda zihinsel tasarım ve plan (düzenleme)dan sonraki üçüncü aşama anlatım aşamasıdır. Bu aşamada daha önceden belirlediğimiz, sınırlarını çizdiğimiz ana fikrini ve yardımcı fikirlerini tespit ettiğimiz ve bunları bir önem sırasına koyduğumuz ve buluşlar yaptığımız bir konuyu, dilin bütün imkân ve güzelliklerini kullanarak, yazılı veya sözlü olarak ifade edebiliriz.
Şimdi sırasıyla güzel ve etkili bir anlatımda olması gereken anlatım özellikleriyle, anlatım sırasında kullanılabilecek anlatım biçimlerini örnekleriyle görelim:
A-Anlatım Özellikleri
Anlatımda (ifade etmede) temel amaç, ele alınan konunun hedef kitleye (okuyucuya-veya- sözlü anlatımda dinleyiciye) nihai amacına uygun, etkili bir şekilde aktarılabilmesidir. Özellikle yazılı anlatımlarda, yazı bir düşünce yazısı ise okuyucu ele alınan konuda ikna etmek, inandırmak; bir olay yazısı ise okuyucuyu olayın bir parçası haline getirebilmek; duygusal bir yazı ise yaratılmak istenen ortamı hazırlayıp okuyucuda estetik duygular yaratabilmek temel amaçtır. Bütün bunları sağlayabilmek için iyi bir anlatımda (özellikle de yazılı anlatımda) şu özelliklerin olması gerekir:
a) Duruluk
Bir yazılı anlatımda, anlatılanların kolay anlaşılması yazının duru olmasına bağlıdır. Yazıda duruluk, genel anlamda gereksiz kelime ve kelime gruplarından kaçınarak yazının kolay anlaşılmasını sağlamaktır.
Anlatımda duruluğu sağlayan bir başka husus da öğelerin yerli yerinde kullanıldığı cümle yapıları kurabilmektir. Böylece okuyucu metni kolayca takip edebilecektir.
Özellikle yazmaya yeni başlayan, tecrübesiz yazarlar veya yazmaya meraklı, istekli öğrencilerimiz için, duruluk açısından dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da cümlelerin takip edilebilir ölçüde kısa olmasıdır. Özensiz kurulmuş uzun cümleler, yanlışa daha açık olacağı için mümkün olduğunca uzak durulmalıdır.
Duru cümleler kurarken gerekmedikçe yabancı kelimeler kullanmamalı ve Türkçe kelimeler tercih edilmelidir. Kelime tercihinde yaşayan Türkçe yani herkesin anlayabildiği, benimsediği ve kullandığı kelimeler tercih edilmelidir. Aşağıda gereksiz kelimelerden sakınılmış, Türkçenin cümle yapısına uygun, anlaşılır ve Türkçe kelimeler seçilerek oluşturulmuş duru bir paragraf örneği okuyacaksınız:
Onur, benliğimizi duyup, sevmekten ve başkaları tarafından da iyi karşılanmasını istemekten meydana gelen bir duygudur. İnsanlarda bu duygu, varlığı korumak özlemine bağlıdır ve onun neticesidir. Vücut ve ruh sağlığımız için daima iyi şartlar istememiz bu özlemlerden ileri geliyor. (İbrahim Alâettin Gövsa-Çocuk Ruhu).
Bu paragrafın birinci cümlesini duru olmaktan çıkardığımızda duru bir cümlenin ne olduğunu daha iyi anlayabiliriz:
Onur, kendi benliğimizi duyup sevmekten ve kendi benliğimizin başkaları tarafından da iyi karşılanmasını istemekten meydana getirilen bir
duygudur, bu cümlede altı çizili kelime veya kelime grupları ya gereksiz ya da yanlış kullanılarak anlatımın duruluğu yok edilmiştir.
b) Akıcılık
Yazının dil ve düşünce açısından kolay anlaşılacak şekilde düzenlenmesi akıcılık özelliğinin ortaya çıkmasını sağlar. Yazıda akıcılığın sağlanması için, bazı kelimelerin sık sık tekrar edilmesinden, söylenişi zor kelimeler kullanmaktan ve anlamı bilinmeyen, az kullanılan kelimelerden kaçınılmalıdır.
Yine yazının akıcı olabilmesi için hayal, duygu ve düşüncelerin sağlam bir mantık içerisinde birbirine bağlanması gerekir. Birbiriyle çelişen, birbirine zıt ve konuyla ilgili olmayan cümle veya paragrafların varlığı yazıyı akıcı olmaktan çıkarır. Bu sebeple de yazının okuyucu üzerindeki inandırıcılığı yok olur.
c) Açıklık
Kompozisyonda açıklık yazının veya sözün dinleyenler veya okuyucular tarafından hiçbir şüpheye düşmeden anlaşılabilmesidir. Yazılı anlatım açısından değerlendirdiğimizde (bazı edebi türler; şiir, mensur şiir vb. gibileri hariç), yazıda okunan bir cümlenin her okuyucu tarafından aynı şekilde anlaşılmasıdır. Anlatılan veya anlatılmak istenen şey okuyucular tarafından farklı anlaşılıyor ve değerlendiriliyorsa bu, yazının açık olmayan cümlelerden oluştuğunu gösterir.
Mesela, bir çocuğun kaybolan çantasının bulunduğunu ifade etmek için "Kaybolan çocuğun çantasını dere kenarında buldular." diye bir cümle kursak bu cümle açık bir cümle olmaz. Çünkü bu haliyle bu cümleden çocuğun kaybolduğu algısı da çıkabilir. Hâlbuki ayni düşünceyi "Çocuğun kaybolan çantasını dere kenarında buldular." şeklinde ifade etmiş olsaydık, bu cümleyi okuyan herkes kaybolanın çocuğun çantası olduğunu anlardı. O halde anlatımımızın açık ve anlaşılır olabilmesi için kelime ve kelime gruplarını anlam ve vazifelerine göre cümle içinde yerli yerinde kullanmalıyız.
Ancak bazı edebi türlerde özellikle şiir türünde anlatıma gizli anlamlar yüklemek, her okuyanda farklı bir düşünce yaratmak esas olduğu için düşünce yazılarında görmek istediğimiz açıklık özelliği bu yazılarda karşımıza çıkmayabilir.
d) Sadelik (yalınlık)
İyi bir yazılı anlatımda anlatımın sade (yalın) olması da önemlidir. Özellikle düşünce yazılarında gereksiz abartmalardan, söz sanatlarından ve hamasetten kaçınmak gerekir. Bu durum yazının ciddiyetini ve inanınırlığını engelleyeceği için bir tür bir anlatımı tercih etmemek gerekir. Duygu ve düşüncelerimizi zihnimizde oluştuğu gibi doğal, sade şekilleriyle, süs, gösteriş ve yapmacıktan uzak bir şekilde ifade etmeliyiz.
e) İçtenlik (samimilik)
Bir yazılı anlatımın veya sözlü anlatımın inandırıcı olabilmesi için, konuşanın veya yazanın önce anlatacaklarına kendisinin inanması gerekir. Bunun için anlatılanların yazarın inanç ve düşüncelerine uygun olması gerekir. İnanmadığı şeyleri ifade eden kişi kendini zorlayacağından bu, anlatıma yansıyacak ve muhataplarını ikna etmeyecektir. Bu da yazılı anlatımın inandırıcı olmasını engelleyecektir.
f) Kendine özgülük (üslûp-kişisellik)
Yazılı anlatımı başarılı kılan özelliklerden birisi de kişiselliktir. Kişisellik, herhangi bir konuyu başkalarından farklı görerek değerlendirebilmektir. Düşüncelerini alışılagelmiş, basmakalıp sözlerle değil, orijinal ifadelerle belirtebilmektir.
Ancak büyük yazarlar, edebiyatçılar için söylenebilen üslûp kişisellik çabası sonucu ortaya çıkar.
Aşağıda ünlü yazarımız Nurullah Ataç'ın yukarıda anlattığımız anlatım özelliklerini taşıyan güzel bir yazısını bulacaksınız:
AHLÂK
Ahlâkın, bize özgeyi kendimiz bilip acılarına, kaygılarına ortak olmamızı, onunla ?hemhâl? olmamızı buyuran ahlâkın başlıca koyucusu, yayıcısı edebiyattır. Bir kimsenin sıkıntılar çektiğini yüreğinden yaralandığını anlamamız için kendisini görmemiz, diyeceklerini dinlememiz yeter sanırız, oysaki yetmez, görmek dinlemek başka anlamak gerçekten anlamak başkadır da onun için anlarız, o kimse ne durumdadır, öğreniriz, bilgi ediniriz, ama bu bilgi içimize işlemez daima, bizi sarmaz. Bencildir insanoğlu, bencil olduğu için yalnız kendi dertlerini düşünür, yalnız onlara inanır, başkasında gördüğü dertleri kendisininkiler gibi kavrayamaz. Onlara omuz silkmezse, gülmezse, eğlenmezse onlarla, gene iyi!...
Bizi bu bencillikten edebiyat kurtarır; şiirler, hikâyeler, romanlar, tiyatro eserleri, denemeler kurtarır. Öteki insanların içlerini bize onlar açıverir, bize başkalarını onlar duyurur. Bir kimseyi görüp de okuduğunuz romanlardan gördüğünüz oyunlardan birinin bir kişisini hatırlarsanız: "Ah! Bu bir Anna Karenina! Bu bir Julien Sorel! Bu bir Tartuffe" dersiniz, başkalarını içlerinden anlıyorsunuz, onları kendi içinizdeki hayalinizle gerçekleştiriyorsunuz demektir. İlim öğretmez, sezdirir, kavratır, ahlâkın istediği de asıl bu sezme, kavrama gücüdür. Edebiyattan geçmemiş insanın hayali işlemez ki kendisinden başkalarına, acılarına, dertlerine ortak olabilsin, onlarla hemhâl olabilsin.
Bir toplumda ahlâkın ilerlemesi, düzelmesini istiyor musunuz? O toplumda edebiyat, sanat merakını uyandırmaya, geliştirmeye çalışın. Çocuklara, gençlere şiirler, hikâyeler, romanlar okutturun, onları tiyatrolara sinemalara gönderin. O hikâyelerin, romanların, oyunların insanları ile tanışsınlar, onların hayatlarını hayallerinde yaşasınlar, öğrensinler onların içlerini, böylece gerçekteki insanları da daha iyi anlarlar. Çocuğunuzun büyüyünce ne olacaksa olsun, küçükten siz ona edebiyatı sevdirmeye bakın. İlim, bilgi sonradan gelecektir. Önce insanlığı kurmak hayalini işletmek gerekir.
Nurullah Ataç
Edebiyat Konuşmaları
B-Anlatım Biçimleri
Daha önceki bölümlerde taşıması gereken şartları ve özelliklerini belirttiğimiz anlatımın, anlatımın amacına, konusuna ve türüne göre çeşitli biçimleri vardır. Kompozisyon yazan kişi bu biçimleri, onların nasıl ve nerede kullanılacağını iyi bilmeli ve buna göre davranmalıdır.
Yazılı anlatımda kullanılan başlıca anlatım biçimleri şunlardır:
a) Açıklayıcı anlatım (Disertasyon)
Yazılı anlatım çalışmalarında en çok kullanılan anlatım biçimidir. Edebiyat, felsefe veya ahlâka dair bir gerçeği ispatlamaya, atasözü veya özdeyişlerin ifade ettiği duygu ve düşünceleri belirtmeye ve her konuda açıklayıcı bilgi vermeye açıklama (disertasyon) denir.
Herhangi bir konuda açıklama yapabilmek için önce konuyu iyi anlamak gerekir. Doğru anlaşılmamış bir konuda yazılacak bir açıklama yazısı inandırıcı olmayacağı gibi, yazanı da küçük düşürebilir.
Mesela Mustafa Kemal Atatürk'ün "Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır." özdeyişini bir açıklama yazısıyla anlatmış olalım. Eğer bu yazıda konuyu "Türklerin vatan sevgisi", "Türklerin bağımsızlıklarına düşkün oluşu" gibi anlar ve düşüncelerimizi bunlar üzerinden geliştirmeye çalışırsak yazacağımız yazı amacından uzaklaşacaktır. Yukarıdaki düşünceler olsa olsa yazı oluşturulurken faydalanılacak yardımcı fikirler olarak kullanılabilir. Yazının konusu ise "Türk dilinin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulup bağımsızlığını kazanması" olmalıdır. Yazımızı bu konu üzerine kurduğumuz zaman faydalı ve amacına uygun bir yazılı etkinlik ortaya çıkacaktır.
Açıklamalı anlatım özellikle atasözü ve özdeyişlerin açıklanmasında kullanılır. Burada özellikle atasözleri açıklanırken atasözlerinde kullanılan kelimelerin görünen anlamları değil, mecazî anlamlarını kavramamız ve düşüncelerimizi ona göre düzenlememiz gerektiğini bilmeliyiz.
Mesela "Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur." atasözünü açıklamaya çalışırken, deve, yar (uçurum) ve bir tutam ot kelime veya kelime gruplarının mecazî olarak neyin karşılığı olduğunu bilmeliyiz. Biz bu atasözünü,mdeve bir tutam ot için uçuruma yaklaşırsa oradan düşer ve ölür düşüncesi ve tespitine göre açıklarsak komik duruma düşer, alay konusu oluruz. Hâlbuki hepimizin de bildiği gibi bu atasözünün konusu tamahkârlık-açgözlülüktür. Bizim bu atasözünü açıklayan yazımızda açgözlü insanların küçük çıkarlar uğruna büyük tehlikelerle karşı karşıya kalabileceği ana düşüncesini işlememiz lazımdır.
Aşağıda bir özdeyişin açıklandığı güzel bir açıklama yazısı okuyacaksınız:
"İnsan ne için yaşıyorsa, onun büyüklüğü ve önemi kadar yükselir."
H. Wolpoole (1717-1797) İngiliz Yazarı
ÜLKÜNÜN ÖNEMİ
İnsanoğlu dünyaya bir amaçla gelir. Bağlı bulunduğu aileye, millete ve daha geniş anlamda insanlığa, yetiştiği çevrenin ve yeteneklerinin sınırları içinde bir eser bırakmak zorundadır. Eserin değeri, o insan hangi ülküyü kendine amaç edinmişse, o ülkünün toplumdaki yeri, anlamı ve önemi kadar yükselir. O halde kendimizi milletimizin ve insanlığın hayrına büyük davalara vermeliyiz. Ülkü, insanı toplum içinde yükseltici amaçlara yönelten, bir ışıktır.
Ülkü edindiğimiz sorunlar ne kadar değerli ve hayırlı ise, biz de o kadar değer kazanmış oluruz. Öyle olmasaydı insanlığı ışığa kavuşturan Edison, milyonlarca insanın hayatını kurtaran Penisilin'i bulan Fleming, gözümüzde bu kadar değer kazanır mıydı?
İnsanı havyadan ayıran belli başlı özellik, toplumcu ve idealist ruh yapısıdır. Bu da ancak kendimizi büyük ve önemli davaların çözümlenmesinde görevli kılmak yolu ile gerçekleşebilir. Sağlam karakterli kuşaklar yetişmesi buna bağlıdır.
Kendini memleketin ana davalarının çözümlenmesinde görevli sayan insanlar, bu dünyadan huzur dolu olarak ayrılırlar ve hayatlarını iç rahatlığı ile kapamış olurlar.
Toplum, ışığını idealist insanlardan alır. (Arif Hikmet PAR)
b) Kanıtlayıcı (ispatlama yolu ile) anlatım
Özellikle makalede, bunun yanı sıra deneme, eleştiri, fıkra gibi yazılı anlatımlarda, konferans, münazara, açık oturum, tartışma gibi sözlü anlatımlarda sıkça başvurulan bir anlatım biçimidir.
Bu anlatım biçiminde amaç okuyucuyu ve dinleyiciyi istenilen düşünce ve davranışa yönlendirmektir. Bu anlatım biçimi ele alınan konu, düşünce ve hüküm konusunda okuyucuyu veya dinleyiciyi inandırmayı amaçlar.
Herhangi bir konuda kanıtlama biçimi anlatımın kullanılabilmesi için seçilen konunun kanıtlanmaya uygun olması, kanıtlanabilmesi için tartışmaya açık yönü ve yönlerinin olması gerekir. Herkesin bildiği, üzerinde anlaştığı, uzlaştığı konuların tekrar hiç bilinmiyormuş gibi kanıtlanmaya çalışılması doğru değildir. Mesela bir münazara etkinliğinde "Su 50 derecede mi yoksa 100 derecede mi kaynar?" gibi bir tartışma konusu elbette seçilmemelidir. Herkes bilir ki su 100 derecede kaynar ve bu yüzlerce yıl önce kanıtlanmış bilimsel bir gerçektir. O halde, kanıtlama biçimi anlatımın kullanılabilmesi için, ele alınan konunun kanıtlanmaya ihtiyacı olması gereği gözden kaçırılmamalıdır.
Kanıtlama biçimi anlatımını ülkemizin güncel bir probleminin işlendiği bir makaleyle örneklendirelim:
KÜLTÜR MOZAİĞİ VE MOZAİKLEŞEN BEYİNLER
Son zamanlarda Türkiye'de kültür mozaiğinden bahsetmek moda haline gelmiştir. Oysa Anadolu bilhassa 1071'den sonra bir coğrafya olarak hiçbir zaman farklı kültürlerin bir mozaiği olmamıştır. Mozaik denince birbirine eş değerde farklı kültürler ve onların maddede dışlanmış yüzleri olan medeniyetler anlaşılmaktadır. Ancak bu kültürlerden hiçbirinin coğrafyaya damgasını vuramadığı düşünülerek mozaik denmektedir. Mozaik özelliği taşıyan bir sosyal yapıda milletleşme kolay gerçekleşmez. Şu halde, mozaik iddiasında bulunanlar Türkiye'de Türk adında bir milletin varlığının da farkında olmayanlardır veya bunu reddedenlerdir.
Türk kavmi Anadolu'yu vatanlaştırdığı 1071 Malazgirt Meydan Savaşı ve öncesi medenî bir kavim olarak ticaretle uğraşan, madenleri işleyebilen, şehirler kurmuş, göçebelikle birlikte yerleşik hayata geçmiş bir özellik taşıyordu. Bu kavim Anadolu'ya da maddî ve manevî kültür özelliklerini yansıtmıştır. Türk kavmi Anadolu'ya geldiği 11. yüzyıl öncesi burada küçük topluluklarla ve Bizans'la karşılaşmıştır. O dönemde Anadolu tabiî kilometre kareye 60 kişi düşen bir coğrafya değildi. Buna rağmen, kültürlerarası temas ve kültür alışverişi görülmüş; kültür alıcısı bir özellik gösterdiğimiz gibi, kültür verici bir nitelik de ortaya koymuşuzdur. Ancak, Anadolu'ya Türk kültürü ve medeniyeti hâkim kültür olarak damgasını vurmakta da gecikmemiştir. Başka kültürlerden aldıklarımız, meselâ, bazı balık adları, yapı şekilleri gibi konular asgarî (marjinal) seviyede kalmasaydı, Anadolu Selçuklu kültüründen ve medeniyetinden bahsedilemezdi. Selçuklu bir asır içinde Anadolu'da erir ve kaybolur giderdi. Bunun arkasından da belirli bir sosyal süreç içinde Osmanlı kültür ve medeniyeti doğmazdı. Osmanlı kültür ve medeniyetinden bahsedebiliyorsak bunun temel sebebi bunların bir mozaik içinde erimemiş, fakat Anadolu coğrafyasına mührünü vurmuş olmasındandır. Anadolu'da Hitit, Urartu ve Bizans medeniyetine ait eserlerle mukayese bile edilemeyecek sayıda eser; Selçuklu ve Osmanlı'ya aittir. Bazı çevrelerde ve bunların tesir altında bıraktıkları bazı siyasîler, Anadolu'yu gerek kültür ve medeniyet, gerek etnik bakımdan bir mozaik veya ezogelin çorbası gibi gösterme yanlışı içindedirler. Kaldı ki, Anadolu'nun vatanlaştırılmasından sonra da farklı millî ve dinî topluluklarla Türkler arasında bir karışma söz konusu olmamış, kız alınmış, kız verilmemiş, Türkleşme ve buna paralel İslâmlaşma iradî ve gönüllü olarak gerçekleşmiştir. Eğer Anadolu'yu hâlâ 21. yüzyıla girerken yüzyıllar öncesinin aynı özellikleri ile var olmaya devam eden bir beşerî coğrafya olarak düşünürsek, bugün Anadolu'da canlı Asur, Urartu, Bizans, Hitit, Lidya ve Frigyalı arayışına çıkmamız gerekir. Acaba, bazı mozaikçiler Anadolu'yu dolaşırken bunlara rastlamışlar mıdır? Bu anlayış sosyal değişmeye, kültürleştirmeye meydan okuyan statik bir tarih tezi olabilir. Bu toplulukların maddi yaşama tarzları ile yaşadığımız coğrafyayı zenginleştirdikleri bir gerçektir. Ancak, bunların kültür ve medeniyetlerinin Selçuklu ve Osmanlı'ya rakip olamayacağı gerçeğini de göz ardı etmemeliyiz. Anadolu'da hâkim kültür (dominant kültür) anlayışını dışlayarak Anadolu'yu bir dış cephe betebesi veya panedyen yer mermer döşemesi gibi ele almak gerçekleri saptırmaktır. Kaldı ki hâkim kültür, kültür alışverişi ile ortaya çıkar. Yoksa bu bir toplu tüfekli ezme hareketi değildir. Hâkim kültür sosyal bir süreçtir. İnsan iradesinin de dışındadır.
Kültür mozaiği iddiaları Türk kültür ve medeniyetinin düşmanlarınca ve gaflet içinde olanlarca yıllardır tekrarlanır durur. Bazıları da "Kibela Ana" efsanesi ile tatmin olur ve Anadolu insanının buradan türediğini iddia eder. Zaman zaman Türk kültürü yerine, Batı'da kilise ve ilahî kanunlara meydan okumuş, Batı gerçeği içinde önemli rol oynamış, insanı ve aklını merkez kabul etmiş, tabiî çevreyi kültürü belirleyen faktör olarak gören ve yeni soy kütüğü ile atalar arayışı içinde olanlar; Anadolu'yu millî bir kültür damgasından mahrum bir ülke olarak göstermeye çalışmışlardır. Onlara göre, Anadolu herhangi bir kültürün damgasını taşımayan bir yolgeçen hanı veya kavimler kapısıdır. Nitekim, "Anadolu Kültürü ve Medeniyeti" görüşü bundan dolayı tercih edilmektedir. Ancak, coğrafya, yaşama tarzı olan kültür üzerinde mutlak değil; nispi bir etkiye sahiptir. Aynı coğrafya üzerinde tarihin farklı dönemlerinde değişik ekonomik ve sosyal yapılar, siyasî rejimler görülmüştür. Yaşama tarzı olan kültür eğer hâkim ve tekili ve verici özelliklere sahipse, bu yaşama tarzına sahip insan topluluğu yaşadığı her bir coğrafyayı vatanlaştırabilmekte ve damgasını vurabilmektedir. Bundan dolayı Orta Asya'da, Türkistan'da, Anadolu'da, Balkanlar'da ve Yugoslavya içlerine kadar Türk kültürü ve yaşama tarzı Bosna Hersek'te ve Kırım'da ay yıldızlı kabirlere kadar müşahhas örneklerle farklı coğrafyalara rağmen yaşamış ve yaşatılabilmiştir. Bir zamanların ünlü futbolcusu Kovaceviç, "Sırplar bizi Türk olarak görmektedir." demektedir. Bundan dolayı 1071'den itibaren mozaik iddiaları tarihe gömülmüş ve sadece arkeoloji müzelerini süslemiştir.
Bu bakımdan Anadolu kültürü kavramı belirsizdir ve sanki Anadolu'ya burada yaşayan ve yaşamış olan hiçbir kültür ve medeniyet damgasını vuramamış, kabul edilmektedir. Bu anlayışta olanlar, 1071'de Bizans'ın yenilgisinden de rahatsızdırlar. Bu anlayış Selçuklu ve Osmanlı'yı aşağılamaktadır. Bunları içine sindiremeyen bir anlayışın Cumhuriyeti kabul edebilmesi de zordur. Çünkü sosyal ve kültürel süreç süreklilik gösterir. Türkiye Cumhuriyeti gecekondu bir devlet de değildir.
Diğer taraftan, "Avrupa Kültürü" kavramı da belirsizdir. Çünkü Avrupa'da birbirinden, dilden dine, örf ve âdetlere, sanat ve edebiyata kadar farklı ve ayrılabilir millî kültürler yer almaktadır.
(Prof. Dr. Mustafa E. Erkal -Etnik Tuzak)
c) Özlü anlatım
Eskilerin veciz anlatım dediği, az sözle çok şey anlatma biçimidir. Özellikle atasözleri ve özdeyişlerde bu anlatım biçimi hâkimdir. Çünkü atasözleri ve özdeyişler az sözle çok geniş düşünce ve yargılar taşıyan duru ve açık sözlerdir.
Aşağıda özlü anlatıma örnek olmak üzere bazı atasözü ve özdeyişler verilmiştir:
"Türk kadınlarının en büyük süsü, Türk oluşlarıdır." (Leydi Montegül).
"Türkçem, benim ses bayrağım" (Fazıl Hüsnü Dağlarca).
"İnsan, vatanını sever, çünkü hürriyeti, rahatı, hakkı, menfaati vatan sayesinde kaimdir." (Namık Kemal).
İnsan eğitimle doğmaz, ama eğitimle yetişir." (Cervantes).
"Bir insanı işgal ettiği mevki değil, göz diktiği mevki ile ölçmelidir." (L. Tolstoy).
"Ne kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız önemlidir." (Bailey).
"İlim Çin'de de olsa, gidip öğreniniz!" (Hz. Muhammed).
"Tanrım, bana kitap dolu bir evle, çiçek dolu bir bahçe ver." (Konfüçyüs).
"Zafer, 'zafer benimdir' diyebilenin, muvaffakiyet 'muvaffak olacağım' diye başlayanın ve 'muvaffak oldum' diyebilenindir." (M.Kemal Atatürk)
"Çalışmak ibadetin yarısıdır." (Türk Atasözü).
"Ruhun ilacı kitaptır ." (Japon Atasözü).
"Gençliğin kıymeti bilinse, ihtiyarlığın şikâyeti az olur." (Türk Atasözü).
ç) Tasvir (betimleme) yoluyla anlatım
İnsan dışındaki canlı veya cansız bir varlığın ayırt edici özellikleriyle tanıtılmasına tasvir (betimleme) denir. Tasvir biçimi anlatım genellikle bağımsız bir tür olarak karşımıza çıkmaz, birçok türde, hikâye, roman, masal vb. sıkça başvurulan bir anlatım biçimidir.
Canlı veya cansız bir varlığın, bir olayın, bir manzaranın vb. tasviri yapılmadan önce mutlaka iyi bir gözlem yapılmış olmalıdır. Dikkatlice yapılan bir gözleme dayanmayan tasvirler inandırıcı olmakta uzak, yavan tasvirlerdir.
Tasvir biçimi anlatım kullanılırken gereksiz ayrıntılardan ve abartmalardan kaçınılmalıdır. Anlatılan şey konusunda objektif olunmalı ve ele alınan varlığın benzerleriyle ortak veya ayrılan yönleri gerçekçi bir bakışla ortaya konulmalıdır.
Tasvirde genelden özele, bütünden parçaya giden bir yol izlenmesi daha doğru bir tavırdır. Eğer çalışma odamızın tasvirini yapacaksak bunu binanın giriş kapısından başlayıp odamıza doğru gelerek yapmalıyız.
"İstanbul'daki büyük liselerden birinin önü ana-baba günü. Parasız yatılı sınavı var. Okulun yüz yıllık çınar ağaçları, yüksek taş duvarlarının çevrelediği bahçede hışırdıyor. Sabah yeli dalların arasında. Yapraklar kımıl kımıl. Bir o yüzü bir bu yüzü parlıyor güneşin sabah ışınlarıyla. Geride bir büyük yapı. Duvarları iri, kesme taş. Okulun önünde Atatürk büstü, havuz, bayrak direği.Kapının önünde biriken veliler, öğrenciler, kaldırımlardan daracık yola taşıyorlar. Atlı arabalar, kamyonlar, taksiler, özel arabalar giriyorbirbirine. Kornalar çalınıyor. Sürücüler bağırıyorlar. Bahçe duvarının demir parmaklıklı pencerelerine abanan veliler, öğrenciler sabırsızlanarak bekliyorlar kapının açılmasını. Resmî giysili kapıcı, kuş uçurtmuyor. Bahçe kapısı açılıyor. Öğrenciler girecek. Veliler, sınav başladıktan sonra? Bahçe, bir anda kız, erkek öğrencilerle cıvıl cıvıl oluyor. İlk girenler,
şaşırıyorlar nereye gideceklerini. Yadsıyorlar. Bir ürkeklik, çekinti çoğunda. Yapıya sokulamıyor, bahçeye dağılamıyorlar.
Okul kapısı açılıyor. Kapının önündeki geniş mermer sekiye bir kürsü çıkarılıyor. Kürsünün üstüne bir mikrofon konuyor. Gözlüğü, giyidi siyah, genç bir yönetici çıkıyor kürsüye. Odacıların getirdikleri levhalar, belli aralıklarla sehpanın önüne sıralanıyor. Levhalarda aday numaraları yazılı. Yönetici konuşmaya başlıyor."
Muammer Yüzbaşıoğlu- Sınav
d) Portre yolu ile anlatım
Konusu insan olan tasvirlere portre denir. Portrede amaç tasvir edilen insanın göz önünde canlandırılmasıdır.
Portre bağımsız bir tür olarak kullanılabileceği gibi genellikle hikâye, roman, tiyatro, masal vb. gibi birçok edebi türde de sıkça karşımıza çıkar. Portrede (insan tasviri) başarılı olmak için şunlara dikkat edilmelidir:
-Portrede ele alınan kişinin diğer insanlardan ayrılan yönleri ve benzerlikleri dikkatli bir gözlemle tespit edilmelidir.
-Portrede objektif olunmalı, taraf tutulmamalı ve ön yargılardan uzak durmalıdır. Kişinin iyi ve kötü yanları beraber verilmelidir.
-Gereksiz ayrıntılardan kaçınılmalı, portrenin akıcı bir dille yazılmasına, portrede duru cümleler kullanılmasına dikkat edilmeli.
-İnsan tasviri sırasında herkesçe bilinen, kullanılan basmakalıp sözlerden kaçınılmalıdır.
Portreler konularına göre üçe ayrılırlar:
1-Fizikî portre: Kişinin sadece fiziki durumunun, dış görünüşünün betimlenmesidir.
2-Ruhî portre: Tanıtılacak kişinin sadece tutum ve davranışlarının yani iç dünyasının betimlenmesidir.
3-Fizikî ve ruhî portre: İnsanın iç dünyasını ve dış görünüşünün beraber betimlenmesidir.
Prof. Dr. Şerif Aktaş ve Doç. Dr. Osman Gündüz?ün Yazılı ve Sözlü Anlatım, Okuma-Dinleme, Konuşma-Yazma adlı kitabından aldığımız aşağıdaki örnekte hem portre hem de tasvir örneğini görebilirsiniz:
YAHYA KEMAL'İN ODASINDA
Sizlere önce, Yahya Kemal'le ilk karşılaşmamızı, tipini ve kaldığı oteldeki odasını anlatırsam, sohbetimiz her hâlde gözlerinizde daha iyi canlanır:
Tatlı bir yaz başı ikindisi yanımda, çok sevdiğim bir öğrencim var. Vitrindeki yeni kitaplara baka baka Bâbıâli yokuşunu iniyoruz. İşte tam bu sırada, çalıştığım gazete ve dergilere resimler çeken Yusuf'la karşılaşıyoruz. Edebiyatı, özellikle şiiri her şeyden çok seven çocukcağızın ilk sözü:
"Ağabey, hani bu yakınlarda Yahya Kemal'e telefon edecektin de birlikte gidecektik. Hatta birkaç poz da resmini çekecektim," oluyor.
İyi ki oluyor!... Çünkü daha telefonda kendimi tanıtır tanıtmaz Hayal Şehir'in Şair'i:
"İşiniz yoksa hemen buyurun, diyor. Ve doğru Park Otel, geniş antre. Sağ yandaki koltuklarda Türkten çok yabancı ve Türkçeden çok yabancı diller. Sol koldaki danışma görevlisinin tarifi üzerine, karşıya gelen birkaç basamağı çıkıp uzun bir koridora giriyoruz. Sağ yanda, geniş, zarif döşenmiş bir salon. İşte sol kolda 165 numara. Kapıyı tıkırdatıp buyurun sesi üzerine açıyorum. Genişçe bir oda. Orta yerdeki karyolanın üzerinde, sırtı kapıya, yüzü denize dönük olan Yahya Kemal oturmakta. Bizi görünce ayağa kalkıyor. İsmi gibi cismi de büyük olan şairin sırtında, yakası açık, mavi, iyi cins, fakat biraz eskice bir gömlek var. Kendi kumaşından kemerli pantolonu bej renkte. Ayağında ise, yeni boyanmış siyah ayakkabılar.
Yahya Kemal, tıpkı sn zamanlardaki resimlerinde görüldüğü gibi: Orta boylu, şişman, çok şişman. Göğsüne kadar çıkan yarım küre şeklinde bir göbek. Bu muazzam gövdeyi başa bağlayan, kalın ve kısa bir boyun. Yuvarlak, buğday renginde kansız bir yüz. Ama cildi yaşına göre taze pürüzsüz. Elâ gözlerinin yanları kırışmamış bile. Seyrek ve kır saçlarını, ortaya yakın yerden ayırıp taramış.
Orta büyüklükteki burnunun üzerinde, iyiliğe yüz tutmuş, fakat kabuğu kaldırıldığı belli olan bir çıban. İnce sımsıkı kapanan dudaklar ve üstünde seyrek, kır bıyıklar? Çenesinin altında iri bir gerdan? Ve güleç yüzünde çocuğumsu, masum, sevimli bir ifade İşte Yahya Kemal ve üstümdeki ilk etkisi.
Tanışma faslından sonra, karşısındaki koltuk ve sandalyelere sıralandık. Yeni söze başlamıştı ki telefon çaldı. Şair, ancak başladığı cümlesini bitirdikten sonra ahizeyi eline aldı? O, kim olduğunu bilmediğimiz dostu ile konuşurken, ben de yıllardır kalmakta olduğu odasına bir göz attım.
Kapıdan girince hemen solda banyo ve tuvalet. Onun beri tarafı gömme gardrop. Gardrobun yanında üst üste konmuş bavullar. En üsttekinin üzerinde: Kitaplar, gazeteler ve pasta kutuları. Orta yerde, baş tarafı duvar kenarında olan ve üzerinde, içeriye girdiğimizde Yahya Kemal'in oturduğu karyola. Aramızdaki ufacık masada birinci sigarası paketleri, kibrit kutuları, paslı bir çakı, kalemler ve bir cep saati. Onun yanında Fatih devri ile ilgili Fransızca yazılmış bir tarih kitabı. Karyolanın başucunda bir komidin. Üzerinde telefon ve maden suyu şişeleri. Orta gözde bol bol doktor reçeteleri ve ilâçlar. Bizim sıralandığımız koltuk ve sandalyelerin arkasında, sağ köşedeki yuvarlak masada, bir radyo. Sol köşede, dikliğine konulmuş bavulun üzerinde Yahya Kemal'in en sevdiği resmi (Daha sonra imzalayıp bana da verdiği o pozu kitabın baş tarafındadır.) Onun solunda, tam karyolanın karşısına düşen duvarın önünde tuvalet masası. Aynanın önünde bir sürü makaslar, kolonya şişeleri ve fırçalar. Yerdeki halıyı, duvardaki aplikleri, tavandaki avizeyi de belirtirsek burasının eşyası tamamlanmış olur.
Odanın önü balkon ve manzarası harikulâde. Sağ yanda Sarayburnu. İlerideki sıra sıra adalardan sonra sanki Marmara, Açık Deniz gibi göz alabildiğine uzanıyor. Ve karşıda "Köhne Üsküdar", tam "Hayal Şehir" dakikalarını yaşıyor.
S. Sami Uysal, İşte Gerçek Yahya Kemal
e) Hikâye (Öyküleme-Tahkiye) yoluyla anlatım
Yaşanmış veya yaşanması mümkün olayların yazılı veya sözlü olarak başkalarına aktarmaya hikâye yoluyla anlatım denir. Hikâye biçimi ile anlatım bağımsız bir tür olarak (hikâye, roman, tiyatro, masal gibi) karşımıza çıkabileceği gibi; gezi yazısı, anı, biyografi, otobiyografi, sohbet vb. gibi birçok edebi tür içinde de kullanılabilir.
Hikâye biçimi anlatım üç temel öğe üzerine kurulur:
1- Olay: Hikâye biçimi anlatım, esas olarak bir olay etrafında gelişir. Olayın gelişimine göre kurgulanır. Buna bir ana olay ve bunun etrafında oluşan yardımcı olaylar da kullanılabilir. Bu anlatım biçiminde olay ve olaylar belli bir plan ve sıra içinde okuyucu veya dinleyiciye aktarılarak okuyucu heyecanlandırılır ve olayın bir parçası haline getirilmeye çalışılır.
2- Kişi veya Kişiler: Hikâyedeki olay veya olaylar, seçilen kişi veya kişilerin etrafında geçer. Hikâyenin ilgi çekici olabilmesi bu kişi veya kişilerin (kahramanların) etkili ve canlı olarak tanıtılmasıyla mümkündür. Bu sebeple hikâye biçimi anlatımda kahramanlar, sadece isimleriyle değil, bütün ayrıntılarıyla tasvir edilmeli ve okuyucu (veya dinleyici)nin zihninde canlanması sağlanmalıdır. Hikâye biçimi anlatımda seçilen kişi veya kişiler, hikâyenin tanımına uygun günlük hayatta karşılaşabileceğimiz tipler olmalıdır.
3- Yer ve Zaman: Hikâye biçimi anlatımın üçüncü temel öğesi yer ve zamandır. Hikâyenin etrafında kurulduğu olay belli bir yerde ve belli bir zaman dilimi içerisinde geçirilmelidir. Yer ve zaman öğeleri hikâye içerisinde yayılarak, okuyucuyu rahatsız etmeden hissettirilmelidir.
Hikâye biçimi anlatımın içerik planı da üç bölümden oluşur:
1- Serim (Giriş) Bölümü: Hikâye biçimi anlatımın giriş bölümüdür. Bu bölümde olay ortaya konur. Kişi veya kişiler, yer ve zaman da bu bölümde tanıtılabilir. Ancak bunlar istenirse yazının diğer bölümlerine de yayılabilir.
2- Düğüm: Bu bölümde okuyucunun merak duygusu uyandırılmaya çalışılır. Bu bölümde olay/olaylar gelişir ve okuyucuda merak uyandıracak şekle gelir.
3- Çözüm: Düğüm bölümünde okuyucuda uyandırılan merakın giderildiği bölümdür. Yazının sonuç bölümüdür. Bu bölümde okuyucunun kafasında oluşan sorunun cevapları verilerek veya ima edilerek okuyucunun rahatlaması sağlanır.
Hikâye biçimi anlatımda sade, akıcı bir dil kullanılmalıdır. Süsten, gereksiz abartmalardan ve olayın akışını bozan, okuyanın veya dinleyenin dikkatini dağıtan ayrıntılardan kaçınılmalıdır.
Hikâye biçim anlatımlarda genellikle, belirli geçmiş zaman (-di'li geçmiş) ve belirsiz geçmiş zaman (-miş'li geçmiş)veya 3.şahsın (O) ağzından anlatım tercih edilir.
KOCA KIZ
Köy demircisiydi. Ona Ayı Mehmet, derlerdi. Ama yüzüne karşı değil, arkasından. Yüzüne karşı Mehmet dayı, derlerdi. Çelik gibi bir adamdı. Bir vakitler pehlivanlık etmişti. Bir kulağı çekilerek marula benzemişti. Öte kulağını -pehlivanlar arasındaki bir kavgada- pehlivanın biri koparmıştı. Ayı Mehmet:
"Kulağımı koparan kahpe doğurduğunu ben bulamadım. Hepsinin avuçlarına, kulağım kimde" diye baktım. Hiç birinde kulağımı bulamadım. Yoksa ben o gidinin oğluna kulak koparmanın ne demek olduğunu gösterirdim, derdi.
Ayı Mehmet ilk önceleri nalbantlık etmişti. Ama bir gün tekme atan bir ata kızmış, atı tekmeleyince atın bacağını kırmıştı.
Mehmet, çatık kaşlı, çelik güçlü bir adamdı, ama yüreği yufkaydı. Artık bir işe yaramayan atın beynine bir kurşun sıkıp öldürdükleri zaman "Zavallı atcağız" diye inleyen Ayı Mehmet'in gözleri yaşlarla dolmuştu. Ondan sonra nalbantlıktan vazgeçti ve demirci oldu. Bir gün köyün ileri gelenlerinden Karagöz Muhsin efendiye, bir telgraf geldi. Ayı Mehmet az buçuk okuma biliyordu. Telgrafın adresini okusun diye ona gönderdiler. Adresi kekeleye kekeleye okumaya çalışırken, Karagözoğlu'nun "Z" harfini yanlışlıkla "T" diye okudu. Bir iki işgüzar Ayı Mehmet'in Karagözoğlu adını nasıl okuduğunu, kadıya turfanda hıyar yetiştirircesine koşup bildirdiler.
Karagözoğlu Muhsin Efendi kara kuru, cılız ve küçücük bir adamdı, ama gururu Kafdağı kadar cüsseliydi. Ayı Mehmet'e fena halde kızmıştı. Ona küfür etmek istiyordu. Fakat Mehmet'in eli muz salkımı gibiydi. Ona ancak uzun mesafelerden telefonla küfür edebilirdi. Karagözoğlu da öyle yaptı. Ayı Mehmet telefonda güldü:
"İlâhi Karagözoğlu, bu kadar zahmete ne hacet, gelip de yüzüme karşı boşalsaydın ya! Zavallı, ehliz atın eceline sebep olduktan sonra hiç kimseye el kaldırmamaya yemin ettim." dedi.
Ayı Mehmet evlenemiyordu. Çünkü en hafif ve en yumuşak okşayışının bile kadının belini kıracağından korkuyordu ve korku adına dünyada başka bir şeyden korkmuyordu bunun kadar. Ne var ki, bu korku dolayısıyla gözlerinden ara sıra bir iç acısının gölgesi geçerdi. Başkalarının çoluk çocuğa kavuştuğunu gördükçe yavaşça içini çeker ve sol elindeki kıskaçla tuttuğu kızgın demire olanca öfkeyle balyozu indirirdi. Dükkânın bütün karanlığı, bir bir kıvılcımın ışığıyla kıpkırmızı parlardı. ?Güm? diye top gibi patlayan balyoz vuruşunu duyan köy halkı:
-Ayı Mehmet yine bir şeye öfkelendi! derdi.
Bir gün Ayı Mehmet komşu köye misafir gitmişti. Gece de orada yatmıştı. Yatağı kaldıran kadınlar aralarında gülüşmüşlerdi. Çünkü Ayı Mehmet yatağa kaçırmıştı. Bir metre çapında-imparatorluk haritası gibi- bir ıslaklık vardı. Oysa Ayı Mehmet ev sahibine utanarak:
-Efendim üzerinize sağlık dün gece hamamcı olmuşum, demişti. Sahiden de öyle olmuştu.
Bir gün Ayı Mehmet, Sadık ağanın jipi ile Söke'ye gidiyordu. Jip, saatte on iki kilometre hız yapıyordu. Menderes Ovası cehennem gibi alev tütüyordu. Yalnız, pamuk ekici kadınların allı pullu şalvar, cepken ve sapsarı baş bezleri apaçık sıcaklık buğusuna renk veriyordu. İnsan, Aydın Ovasına ve uzakta yükselen masmavi Beşparmak Dağına baktıkça, yüreğine sımsıcak bir sevgi geliyor ve "HEY KOCA YURT" demekten kendini alamıyordu.
Jip, Söke'ye yaklaşırken hendekler derinleşti. Jip bir dönemece varınca çamurların üzerinde patinaj yaptı, yarım daire döndü, oradaki bir tümseğe,-bir yanıyla- çarptı ve sonra pek yavaş olarak devrildi, yüz üstü geldi. Sadık ağa ile Ayı Mehmet'e bir şey olmadı. Tarlada çalışmakta olan kadınlar hemen imdada koştular. Fakat aralarında bir iri yarısı vardı ki ona Koca Kız derlermiş, işte asıl o, gelip jipin tavanını bir eliyle tuttu ve yağdan kıl çekercesine, jipi dört ayakları üzerine koydu.
Kadındaki, kol denilen iki çelik sütun, değme vinç makinelerine taş çıkarırdı, alimallah. İşte bu hareketi görünce Ayı Mehmet aşka geldi. Hayranlığının, koluna nasıl bir güç verdiğini düşünmeden, elini kaldırıp kadının omzuna "Yaşa" diye bağırarak vurdu. O, vuruş mu, okşayış mı diyelim, her ne ise değme öküzü tezek gibi yere çalar da yamyassı ederdi. Ne var ki kadın "Viş anam!" bile demedi, güldü sadece. Hani ya, yirmi insanı öldürecek elektrik akımını file vermişler de gıdıklanarak kuyruğunu sallamış. İşte tam onun gibi.
"Viş anam" demesi ya da dememesi şöyle dursun, kadın hoşlandı bundan. Ayı Mehmet'e:
Deh gidinin koca oğlanı, dedi, sonra Mehmet'i sarıp, kuzu taşırmış gibi kaldırdı, jipe koydu. Ama kendi de girdi. Hâlâ Mehmet'i kollarında tutuyordu. Mehmet'e:
Söke'ye gidiyordunuz değil mi? Ben de seninle birlikte geleceğim, orada evleneceğiz, dedi. Mehmet'e cevap verecek vakit bırakmadan:
"Yoksa evli misin?" diye sordu. Mehmet aşkla:
Hayır! diye gürledi.
Kıza kendi köyünde "Akkız" derlermiş. Çünkü gözleri inadına kapkara olmasına rağmen teni apaktı. Hem de boylu posluydu ama her yanı denkti. Mermer direk gibi kadındı. Kadın diyoruz, çünkü bu kadar alâmet şeye insan kız diyemiyor. Oysa Akkız, sahiden de kız oğlan kızmış. Hatta kendi köyünün uçarı çapkın ve kumarbazlarından olan Yankeser Hüseyin, kadınlar hakkındaki bilirkişiliğine dayanarak kızı görünce: Allah vermesin, ya aksi tarafına rast gelir de bir tokat savurursa çenemle otuz iki dişimi havaya savurur, dermiş.
Kimi yol, dört beş kadın düğüne giderken köyün yakınındaki ırmağı geçmek gerekirmiş. Kadınlar şatafatlı çoraklarını çıkarmak istemezlerse, Akkız ikisini üçünü yallah diye sırtına vurunca, tüy taşıyormuş gibi karşı tarafa götürürmüş.
Söke'ye varınca, Akkız, Ayı Mehmet'i evlendirme dairesine kolları arasında taşımaya kalkışmış, ama Ayı Mehmet utanmış. Orada yıldırım nikâhı kıymışlar. İşte ondan sonra dünyaya bir dizi çocukları doğmaya başlamış. Ayı Mehmet yaramaz çocuklarını döveceği zaman, arkalarına serçe parmağı ile vururmuş. Serçe parmağı deyip de geçmeyin, Ayı Mehmet serçe parmağıyla bile çocuklarını dövmeye korkarmış. Halikarnas Balıkçısı
f) Konuşma (Diyalog) biçimi anlatım: Birçok edebi türde veya sözlü anlatım etkinliklerinde (roman, hikâye, tiyatro, masal, şiir, mensur şiir, röportaj, sohbet, açık oturum vb.) kullanılan bu anlatım biçimi iki veya daha fazla kişinin tespit edilen bir konu üzerinde karşılıklı konuşturulmasına dayanır.
Karşılıklı konuşma biçimi kullanılırken şunlara dikkat etmelidir:
-Konuşmalar, konuşanların sosyal durumlarına, eğitimlerine ve kişiliklerine uygun olmalı, okuyucuyu itmemelidir.
-Genellikle konuşanlardan birinin daha baskın olduğu diyaloglar sıkıcı olur. Bu olsa olsa monolog olabilir. Onun için konuşanların hepsine konuşma şansı verilmelidir.
-Uzun konuşmalarla konu dağıtılmamalı, okuyucu veya dinleyici konudan uzaklaştırılmamalıdır.
-Karşılıklı konuşmalarda dil ve üslûba dikkat edilmeli, sade, açık, akıcı bir üslûp tercih edilmelidir. Takibi zor ve anlamları geniş kitleler tarafından bilinmeyecek kelimeler kullanılmamalıdır.
"Gece, Kalkandelen şehrini biraz dolaşmak niyetindeydim. Hükümet Meydanı aydınlıktı. Etrafta yer yer büyük binalar yükseliyordu. Birden, bir vitrin önünde, 18 yaşında iki delikanlının Türkçe konuşmaları dikkatimi çekti. Biraz oyalanarak kendilerine kulak verdim. Biri, arkadaşına, birlikte sinemaya gitmeleri için ısrar ediyordu. Ötekisi, açık havada haşlanmış mısır alıp yemenin daha iyi olacağını söylüyordu. Dayanamayarak söze karıştım.
Eğer beni dinlerseniz şöyle yapacaksınız. Haşlanmış mısır alıp birlikte sinemaya gideceksiniz. Böylece hem mısır yemiş, hem de film seyretmiş olacaksınız. İkinizin de isteği yerine gelmiş olacak.
Şaşırdılar. Bir süre beni süzdüler. Birisi elime sarıldı.
__İstanbul'dan mı geldiniz?
__Hayır! Ankara'dan.
__Kaç gün önce?
__Üç-dört gün oluyor.
__Ankara güzel mi?
__Çok güzel.
__İstanbul güzel mi?
__Çok çok güzel!
__Bizim İstanbul'da akrabamız var.
__Benim de Kalkandelan'de, Üsküp'te akrabalarım var.
__Ya! Kim onlar? Acaba biz tanıyor muyuz?
__Tabi tanıyorsunuz. Benim akrabalarım sizlersiniz, hepinizsiniz. Bakın işte aynı dili konuşuyoruz! Aynı milletin çocuklarıyız. Bu bakımdan ben, sizleri kardeşlerim gibi seviyorum.
__Allah Türkiye'yi esirgesin. Türkiye'nin taşına toprağına selâm.
__Allah sizleri de esirgesin!"
Yavuz Bülent Bâkiler, Üsküp'ten Kosava'ya
g) Manzum (Şiir) biçimi anlatım
İnsanlık tarihinin bilinen en eski anlatım biçimi. Binlerce yıl insanlara arasında sözlü olarak yaşadıktan sonra yazıya geçirilen destan örneklerinin birçoğunda manzum anlatım biçimi esastır.
Ele alınan bir konunun, ölçülü, kafiyeli veya serbest dizelerle anlatıldığı anlatım biçimi demek olan manzum anlatım biçiminde konunun akılda daha kolay kalmasını sağlayan renkli ve ahenkli bir anlatım esastır. Geçmişte eğitimin de bir parçası olarak kullanılan (manzum ders kitapları gibi) bu anlatım biçimi bugün sadece güzel sanatların önemli bir kolu olan şiir türünde kullanılmaktadır.
Aşağıda şiir türüne iki güzel örnek veriyoruz:
"TÜRKİSTAN
Tiyan-Şan, Kadır-Gan ufuklarından
Dinlediğim ozanlarla
Binlerce yıldan beri söylenen destanlarla
Yine Türkistan'ı andım.
Öz yurdumu çarmıha germişler kırk yerinden
Bin yıl geçse unutmam, acımın üzerinden
Vurulan bir ceylana yanar gibi derinden
Ulu Türkistan'a yandım.
Geldi kuruldu gönlüme Ahmet Yesevî pirimiz
Osman Batur?a kadar anlattı birer birer
Ben de bütün Horasan erleriyle beraber
Yeni baştan Türkistan'a inandım.
Rüzgârlarla savrularak sessiz-sedasız
Denizlere kavuşan ırmaklarla akarak
Uçup giden güzelim kırlangıçlara bakarak
Türkistan'ı hür sandım.
Görmeden göstermeden Taşkent'i, Buhara'yı
Urimçi'ye varmadan atsız-pusatsız
Bir başıma, yorgun-argın, kolsuz-kanatsız
Türkistan'a dost gönüller kazandım.
Tanrım, bir gün acaba diyebilecek miyim?
Vuslatın yüzüme nakışlandığı nurla
Bir komşu bahçesine uzanır gibi huzurla
Türkistan'ın toprağına uzandım."
Yavuz Bülent Bakiler-Harman
"ÇOBAN ÇEŞMESİ
Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?
Gönlünü Şirin'in aşkı sarınca
Yol almış hayatın ufuklarınca,
O hızla dağları Ferhat yarınca
Başlamış akmağa çoban çeşmesi
O zaman başından aşkındı derdi,
Mermeri oyardı, taşı delerdi.
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi,
Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi!
Vefasız Aslı'ya yol gösteren bu,
Kerem'in sazına cevap veren bu,
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu
Sızmadı toprağa çoban çeşmesi.
Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,
Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda.
Ateşten kızaran bir gül arar da
Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi.
Ne şâir yaş döker, ne âşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar:
Beyhûde seslenir, beyhûde çağlar
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi!..."
Faruk Nafiz Çamlıbel-Han Duvarları
C-YAZILI KOMPOZİSYONDA KARŞILAŞILAN
ANLATIM BOZUKLUKLARI
Anlatım bozuklukları aslında sözlü anlatımda da dikkat edilmesi gereken problemlerdir. Ancak sözlü anlatımda çoğu kez anlatım bozuklukları ya konuşma sırasında çeşitli sohbetlerle fark edilmemekte veya fark edilse bile geri dönüşler mümkün olmamaktadır. Hâlbuki yazılı anlatımda, kontrol ve düzeltme imkânı olabildiği için biz konu başlığımızı yazılı anlatımda karşılaşılan anlatım bozuklukları şeklinde seçmeyi tercih ettik.
Yazılı anlatımda karşılaşılan anlatım bozukluklarını iki temel başlıkta inceleyebiliriz:
a) Anlatım özelliklerine aykırı anlatım problemleri
b) Dil bilgisi yanlışları
a) Anlatım özelliklerine aykırı anlatım problemleri
I- Yinelemelerden (eş anlamlı veya yakın anlamlı kelimelerin tekrarından) kaynaklanan anlatım bozuklukları
Aynı anlama gelen veya yakın anlamlı kelimelerin cümle içinde beraber kullanılması en önemli anlatım bozukluklarından birisidir.
Özellikle Türkçe bir sözcüğün yabancı eş anlamlarıyla birlikte kullanılması bu problemi ortaya çıkarır. Bu yanlışlıkları bazı örnekler üzerinde görelim:
“… Sayın Ankaralı hemşerilerimize teşekkür ve şükranlarımızı sunmayı borç biliriz.” Bu cümledeki teşekkür ve şükran sözcükleri aynı anlama gelmektedir. Cümlenin doğru olabilmesi için bunlardan birinin tercih edilmesi gerekir.
“Dilimiz yeni kelime türetilmesine elverişli ve müsaittir.” cümlesinde de elverişli ve müsait sözcükleri eş anlamlıdır. Bunlardan “müsait” sözcüğü Arapça bir sözcük olduğundan cümlede “elverişli” sözcüğü tercih edilmelidir.
“En sevdiğim taşıt aracıdır uçak.” cümlesinde “taşı” fiilinden türetilen “taşıt” ismi zaten araç anlamı taşıdığı için bu cümlede “araç” kelimesi anlatımı bozan yineleme (tekrar) olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aşağıdaki paragrafta anlatım bozukluğunu tespit edip düzeltmeye çalışalım:
“Motorlu taşıt bulunmadan önce insanoğlu hayvanları taşıt aracı olarak kullanır; yolculuklar kervansaraylarda, hanlarda konaklayarak yapılırdı. O çağlarda en hızlı taşıt at idi.”
II- Gereksiz kelime kullanımı
Cümlede görevi bulunmayan, gereksiz kullanılan sözcüklerde anlatım bozukluğuna sebep olurlar. Anlatım özelliklerinden de hatırlanacağı üzere bu tür sözcüklerin kullanımı anlatımda duruluğu da engelleyerek anlatım problemi yaratır. Gereksiz kelime kullanımından kaynaklanan anlatım bozukluklarına aşağıdaki örnekleri verebiliriz:
“Piyasada kahve darlığı başlamıştır. Elde mevcut stok olmadığından Tekel İdaresi de güç durumda kalmıştır.” cümlesinde “mevcut” sözcüğü gereksiz kullanılmıştır. Çünkü “stok” sözcüğü zaten bir şeyin var olduğunu göstermektedir.
“Dükkânları kirli olan 18 iş yeri kapatıldı.” cümlesi yine gereksiz sözcük kullanımından dolayı duru olmayan bir cümledir. Bu cümlede gereksiz olan “dükkânları” sözcüğü kaldırılırsa anlatım bozukluğu giderilmiş olur. Aksi takdirde cümleden “18 işyerinin dükkânlarının kirli olduğu” gibi komik bir anlam çıkar.
“Karşılıklı mektuplaşmalar, bir bütün olarak sunulsa, olayları, sorunları, tartışmaları daha açık seçik kavrayacağız.” cümlesinde mektuplaşmalar zaten karşılıklı olacağından “karşılıklı” sözcüğü gereksiz kullanılmıştır.
Aşağıdaki cümlede bulunan anlatım bozukluğunun sebebini tespit edip düzeltelim:
“Halen yürürlükte bulunan 33. maddeye göre yönetim giderlerini ödemeyen ya da yönetimin aldığı kararlara uymayan kat malikleri hakkında dava açılabiliyor.”
III- Aynı görevi üstlenen ek ve sözcüklerin beraber kullanılması:
“Arda, maç sırasında kaleyi bulmayan birçok şutlar attı.”cümlesinde şutlar ve birçok sözcüklerinin ikisi de çoğul anlamdadır. Bunların birlikte kullanılması anlatım bozukluğuna sebep olmuştur. Bu sözcük grubunun doğrusu “birçok şut” şeklinde olmalıydı.
IV- Eski ve yeni sözcüklerin beraber kullanılması
Bu konu ile ilgili cümleler kurulurken kullanımı azalmış veya kullanımdan düşmüş sözcükleri bugün kullanılan sözcüklerle birlikte kullanmak bir anlamsızlığa sebep olur. Aynı zamanda bu sözcüklerin anlamları tam bilinmediğinden metni doğru anlamak da mümkün olmayabilir.
“Bu “konu” ile ilgili çok sayıda neşriyat vardır.” cümlesinde “konu” sözcüğü ile “neşriyat” sözcüğünün birlikte kullanılması bir ahenksizlik yaratacaktır. Burada “neşriyat” sözcüğü yerine “yayın” sözcüğü tercih edilmelidir.
“Emrinizi yerine getirmeyi ödev telakki ederim.” cümlesinde de bugün pek sık kullanılmayan “telakki et-“ sözcük grubu cümlede bir çelişki yaratmıştır. Cümledeki bu çelişki “Emrinizi yerine getirmeyi bir ödev bilirim (sayarım).” kullanımıyla ortadan kaldırılabilir.
“Hane başına elli gram kahve dağıtımı yapıldı.” cümlesindeki çelişki ve uyumsuzluk da “hâne” sözcüğünün “kahve dağıtımı” sözcük grubuna bağlanmasıdır. Bu cümlede “hâne” sözcüğü yerine “ev” sözcüğünün kullanılması daha doğru olacaktır.
V- Noktalama yanlışlığı
Özellikle virgül işaretinin kullanılmaması veya yanlış kullanılması halinde ortaya çıkan anlatım bozukluklarıdır.
“Yurdumuz üzerinde bulunan rutubetli havanın tesiri altında bulunmaktadır.” cümlesinde “yurdumuz” sözcüğünden sonra virgül kullanılmaması halinde cümleden “yurdumuz üzerinde” anlamı çıkacaktır. Hâlbuki bu cümlede “yurdumun” sözcüğü cümlenin öznesi olarak kullanılmıştır ve mutlaka virgülle diğer unsurlardan ayrılmalıdır.
“İlkokulun ilk üç sınıfına yakın bir köydeki ilkokulda devam ettim.” cümlesinde de “sınıfına” sözcüğünden sonra virgül konulmadığı için bir anlatım bozukluğu meydana gelmiştir.
VI- Yanlış yerlerde kullanılan sözcükler
Sözcükler cümle içerisinde anlam ve görevlerine uygun yerlerde kullanılmalıdır. Aksi halde bu da ciddi bir anlatım bozukluğuna sebep olacaktır.
“Cesetler çok denizde kaldıkları için tanınmaz haldeydi.” cümlesinde “çok” sözcüğü sıfat göreviyle karşımıza çıkmaktadır. Hâlbuki bu sözcükte çok kelimesi zarf görevinde kullanılmalı ve cümle “Cesetler denizde çok kaldıkları için…” şeklinde kurulmalıydı.
“Japon başbakanı, bir hafta içinde petrol üreten dört Ortadoğu ülkesini ziyaret edecek.” cümlesinde “bir hafta içinde” sözcük gurubu cümlede yanlış yerde kullanıldığı için anlatım bozukluğuna sebebiyet vermiştir. Cümlenin doğru şekli “Japon başbakanı, petrol üreten dört Ortadoğu ülkesini bir hafta içinde ziyaret edecek.” şeklinde olmalıdır.
“Her çeşit anayasa dışı faaliyetlere karşı demokrasi ve Cumhuriyeti savunmak…” cümlesinde iki anlatım bozukluğundan söz edebiliriz. Birincisi şimdiki konumuz olan kelime veya kelime gruplarının yanlış yerde kullanılmasından kaynaklanan anlatım bozukluğudur. Cümlede “Her çeşit” yanlış yerde kullanılmıştır. Doğrusu “Anayasa dışı her çeşit…” şeklinde olmalıdır. İkinci yanlışlık ise dil bilgisi yanlışlarından göreceğimiz “tamlama” yanlışlığıdır.
“Her çeşit… faaliyetler” yanlış bir tamlama yapısıdır. Bu tamlamanın doğrusu “her çeşit… faaliyet” şeklindedir.
Aşağıda verilen cümlede anlatım bozukluğunu da biz düzeltmeye çalışalım:
“İngiltere’den, objektifinin çapı bir metre, uzunluğu beş metre olan makine ile çalışan bir dürbün satın alınmıştır.”
Çoğunlukla sözcük veya sözcük gruplarının yanlış yerde kullanılmasıyla ortaya çıkan anlatım bozukluklarıdır.
“Hindistan parlamentosu Bayan Gandi’nin hapse atılma kararını 279’a karşı 138 oyla almıştır.” cümlesinde mantık sakattır. Çünkü 279, 138’den büyüktür. Burada rakamlar yer değiştirdiğinde cümledeki mantık hatası da düzelecektir. “Hindistan parlamentosu Bayan Gandi’nin hapse atılma kararını 138’e karşı 279 oyla almıştır.”
“İzinsiz inşaata girmek yasaktır.” “Ağrısız kulak delinir.” Cümlelerindeki mantık hatalarının sebebi de yine sözcüklerin yanlış yerde kullanılmasıdır. Cümleler “İnşaata izinsiz girmek yasaktır.” ve “Kulak, ağrısız delinir.” şeklinde kurulmalıydı.
“Irak’ın iç işlerine müdahalesi yüzünden Moskova’nın Kasım’la arsı açıldı.” cümlesindeki mantık hatasının nasıl düzeltilmesi gerektiğini bulmaya çalışalım.
Her sözcüğün çerçevesi içinde çeşitli anlamları (temel anlamı, yan anlamı, mecaz anlamı, terim anlamı gibi) vardır. Yazar sözcükleri kullanırken bu anlamları bilmeli ve sözcüğü hangi anlamda kullanacağına doğru karar vermelidir. Kelimelerin yanlış anlamda kullanılmasıyla ilgili aşağıdaki örnekleri dikkatlice inceleyelim:
“Devletin kendi ekonomisini dış yardımlara bağlaması, ekonomik hareket serbestîsinin kaybolmasını sağladı.” Bu cümlede kullanılan “sağlamak” fiili olumlu anlamda kullanılan bir sözcüktür. Hâlbuki cümlede olumsuz bir durumdan söz edilmektedir. O yüzden “sağladı” sözcüğü burada yanlış anlamda kullanılmıştır. Burada kullanılması gereken doğru sözcük “… Kaybolmasına sebep (neden) oldu.” olmalıydı.
“Kan basıncının yükseldiği kalp hastalıklarında tuzu azaltmak koşuldur.” cümlesinde koşul sözcüğü yanlış anlamda kullanılmıştır. Doğrusu “şarttır”, “ zorunludur” veya “gereklidir” sözcükleri olmalıydı.
“Kaldırımlarda boyacılar vardı. Hepsinin eli yüzü, üstü başı boyalara beğenmişti.” cümlesinde de “bezen” fiili yanlış anlamda kullanılmıştır. Çünkü “bezenmek” sözcüğü süslenmek anlamındadır. Cümle “… boyalara bulanmıştı.” şeklinde kurulmalıydı.
Aşağıda verilen cümledeki anlatım bozukluğunu da siz düzeltiniz:
“Bir kayanın sert bağrında hayat bulan dağ çamını söküp ovanın verimli toprağına ekiniz; kısa bir zaman sonra solup can verdiğini göreceksiniz.”
Anlamları ayrı olmalarına rağmen söylenişleri benzeyen bazı sözcükler cümle içinde kullanılırken birbirine karıştırılabilmektedir. Bu arada karşımıza çıkan önemli anlatım bozukluklarından birisidir. Aşağıda sıklıkla birbirine karıştırılıp, biri diğerinin yerine kullanılan sözcüklere örnekler verilmektedir:
“Turist kılıklı bir adam çıkageldi, kendini tanıştırdı.” Bu cümlede “tanıştırdı” sözcüğü “tanıttı” sözcüğüyle karıştırılmıştır. Bu cümlede kullanılması gereken doğru sözcük “tanıttı” olmalıdır.
“Rapordaki istatistikler iç açıcı nitelikte görülmüyor.” cümlesinde ise “görünmek” sözcüğü yerine “görülmek” sözcüğü kullanılmıştır. Dikkat edilirse “görülmek” sözcüğü edilgen bir fiildir ve özne almaması gerekir. Hâlbuki cümlede özne vardır. Bu cümlede kullanılması gereken dönüşlü çatılı bir fiil olan ve özne alan “görünmek” fiili olmalıdır.
Bunun gibi birbirine karıştırılan bazı sözcükler şunlardır: “sömürge- sömürü”, “sonucunda-sonunda”, “zorunlu- zorunda”, “saplantı-saptama-sapma”, “ayrıcalık-ayrım”, “fotoğraf-resim”, “yayın-yayım”, “yaklaşık-yakın”, “değin-denli” vb. gibi.
Aşağıdaki paragrafta yanlış kullanılan sözcüğü bularak yerine hangi sözcüğün getirilmesi gerektiğini tartışınız:
“Zirvede tarafların çekişeceği en önemli konuların başında anayasal sorunlar ve buna bağımlı olarak Türk Cumhurbaşkanı yardımcısının yetkileri, Türklerin elindeki veto olanakları, yürütme ve yasama organının yapısı bulunuyor.”
Atasözleri ve deyimler bir dilin en zengin birikimleridir. Halkın binlerce yıllık tecrübe ve birikimlerinin sonunda ortaya çıkan bu sözlerde kullanılan bu sözcükler kalıplaşmıştır. Bu sözcüklerin değiştirilmesi ya da atasözü ve deyimlerdeki yerinin değiştirilmesi sözün anlamının ve amacının büsbütün bozulmasına sebep olur. Bu da anlatım bozukluklarının önemli sebeplerinden birisidir. Şimdi bu yanlış kullanımlara bazı örnekler verelim:
“Açma kutuyu söyletirsin kötüyü.” bu atasözünün doğrusu “Açtırma kutuyu söyletme kötüyü.” şeklinde olmalıdır.
“İt ürür, kervan göçer.” şeklinde kullanıldığını gördüğümüz atasözünün doğrusu da “İt ürür, kervan yürür.” şeklindedir.
Atasözlerinin derlendiği bazı kitaplarda “Ağaç dalıyla gürler.” şeklinde söylenen atasözünün doğrusu ise “Ağaç yaprağıyla gürler.” şeklinde olmalıdır.
Yine bazı yazılarda, özellikle deyimlerin anlamlarına ve biçimlerine uygun bazı örnekler verelim:
“Şimdi yan oturup doğru konuşalım. Ankara’ya yakın bir ilde durum böyle olursa bunun sonu nereye varacaktır.” Örneğinde birinci cümlede geçen “yan oturup doğru konuşalım” yanlıştır. Bu deyimin doğru biçimi “eğri oturup doğru konuşalım.” şeklindedir.
“Başbakan gruba danışmadan ve grupta görüşmeden karar alıyor. Bizi her konuda cepte keklik sanıyor ve her istediğinin tartışılmadan kabul edilmesini istiyor.” diyorlar. Örneğinde geçen “cepte keklik” deyimi yanlıştır. Bu deyimin doğrusu “çantada keklik” şeklindedir.
“… Parti iktidarı, milletin bu çok haklı itirazına göz yummuş, kulak tıkamıştır.” cümlesindeki “göz yummak” deyimi anlamına uygun kullanılmıştır. Bu cümlede kullanılan “kulak tıkamak” deyimi anlamına uygun kullanılmıştır. Cümledeki anlatım bozukluğunun giderilmesi için itirazla, görme eyleminin ilgisi olmadığı için “göz yummuş” deyiminin cümleden tamamen çıkartılması lazımdır.
“Bu arada sekreteri, yüklü bir arayanlar listesiyle sökün ediyor.” cümlesinde de “sökün etmek” deyimi yanlış anlamda kullanılmıştır. “Sökün etmek” deyimi birden çok kişi veya varlığın art arda gelmesi demekken bu cümlede gelen sekreterdir yani bir kişidir. (Uygulama çalışması).
Aşağıda verilen örnek paragraftaki anlatım bozukluğunu tespit edip düzeltelim:
“Sayın Cumhurbaşkanı, seçim öncesi yapacağı konuşmanın yeni siyasal tartışmalara önayak olabileceğini varsayıyor; bu nedenle 1 Eylülde Meclise hitap etmekten vazgeçtiğini bildiriyordu.”
b) Dilbilgisi Yanlışları
1- Özne yanlışları
Özne yanlışlarından meydana gelen anlatım bozukluklarını tespit edebilmek için konuyla ilgili dil bilgisi bilgilerimizi kısaca hatırlatmak faydalı olacaktır. Türkçede öznesine göre fiil çatıları 4 kısma ayrılır: Etken, edilgen, dönüşlü ve işteş çatılı fiiller. Eğer fiilin çatısına göre özne alması gereken bir fiilin (yüklemin) bulunduğu cümlede özne kullanılmamışsa (edilgen olmayan) bu cümle anlatım bakımından hatalıdır. Yine edilgen çatılı bir fiilin bulunduğu cümlede özne varsa bu cümlede de anlatım bozukluğu olacaktır. Anlattıklarımız aşağıdaki örneklerle pekiştirelim:
“Cephane nöbetçisinin silahı elinden alındı ve soyuldu.” Bu cümleden cephane nöbetçisinin silahının elinden alındığı ve silahının soyulduğu gibi bir yanlış anlam çıkmaktadır. Bu anlatım bozukluğunun giderilmesi için cümlenin “Cephane nöbetçisi, silahı elinden alınarak soyuldu.” şeklinde olmalıdır.
“Belediye tarafından inşa edilmekte olan dokuz katlı mağazanın inşaatı ekim ayında bitecek ve faaliyete geçecektir.” Cümleye yapısı bakımından baktığımızda, cümlenin iki yargısı bir bağlaçla bağlanmış bağlı bir cümle olduğunu görüyoruz. İki cümlenin de yüklemi etkendir. Bu açıdan bakıldığında birinci cümlenin öznesi olmasına rağmen ikinci cümlenin öznesi olmadığından cümleden “… mağazanın inşaatı ekim ayında faaliyete geçecektir.” gibi bir yanlış anlam çıkmaktadır. Cümledeki bu anlatım bozukluğu şu şekilde düzeltilecektir: “Belediye tarafından inşa edilmekte olan dokuz katlı mağazanın inşaatı ekim ayında bitecek ve mağaza faaliyete geçecektir.”
“Dili yasalar değil, politikacılar değil, ulus yapar. Zaman içinde oluşur, arınır, durulur.” Bu cümlede de yine ikinci cümlenin öznesi olmadığı için bir anlatım bozukluğu vardır. İkinci cümle “dil” öznesiyle başlamalıydı. (Uygulama çalışması).
Aşağıda verilen cümle/cümlelerdeki anlatım bozukluğunun sebebini tespit ederek düzeltiniz:
“Kene, avının üstüne düştüğü zaman başı ile hayvanın derisinin içine girer. Bu durum, kene yeter ölçüde kan eminceye kadar sürer, sonra yere düşer, yumurtalarını bırakır, ölür.”
2- Yüklem yanlışları
Yüklem yanlışları bazen bir eylem veya yardımcı eylem eksikliğinden ya da birbirine bağlı cümlelerin yüklemleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanmaktadır. Aşağıda bunlarla ilgili örnekler verilmektedir:
“Kuzu eti, tam sağlıklı ve yaşlı olmayan kimselerce yenmelidir.” Bu cümledeki “tam sağlıklı ve yaşlı olmayan” sözünden “tam sağlıklı olmayan ve yaşlı olmayan” anlamı çıkar. Bu anlatım bozukluğunu düzeltmek için söz “tam sağlıklı olan ve yaşlı olamayan” şeklinde kullanılmalıydı.
“Fikirlerinde ısrarlı ama inatçı değildi.” Cümlesinde de i- yardımcı fiilinin eksik olmasından kaynaklanan bir anlatım bozukluğu söz konusudur. Mevcut haliyle cümledeki “değildi” sözü hem “inatçı” sözünü hem de “ısrarlı” sözünü kapsadığı için bir anlatım bozukluğuna sebep olmaktadır. Cümledeki bu anlatım bozukluğunu gidermek için “ısrarlı” sözünden sonra “idi” sözü getirilmelidir.
“İçkiyi az, sigarayı da hiç içmem.” cümlesinde ise birinci cümlenin yüklemi söylenmediği için cümleden “içkiyi az içmem, sigarayı da hiç içmem.” gibi bozuk bir anlatım çıkmaktadır. Bu anlatım bozukluğunu gidermek için de cümle “İçkiyi az içerim, sigarayı da hiç içmem.” şeklinde kurulmalıydı.
Not: Ne… ne… karşılaştırma ve denkleştirme bağlacının kullanıldığı cümlelerde yüklem kesinlikle olumsuz olmamalıdır. Çünkü ne… ne… bağlacı cümleye olumsuzluk anlamı katmaktadır.
“Ne Ahmet ne Ali bugün okula gelmediler.” cümlesindeki anlatım bozukluğunun sebebi de budur. Cümlenin doğrusu: “Ne Ahmet ne Ali bugün okula geldiler.” şeklinde olmalıdır.
UYGULAMA ÇALIŞMASI
“Kabinenin politikası, çalışma tarzı, başbakanca tespit edilir ve bakanlar kurulunca karar verilir.” cümlesindeki anlatım bozukluğunun sebebini tespit ederek düzeltelim.
3- Tümleç yanlışları
Bu tümleç eksiklikleri genellikle farklı tümleçler alması gereken birden çok yüklemin bir tümleçle birbirine bağlanması sonucu ortaya çıkmaktadır. Tümleç yanlışlarında genellikle yer tamlayıcısı (dolaylı tümleç) ve düz tümleçlerin (nesne) kullanımıyla ilgilidir.
“Sanır mı ki bu sözleri millet dinler ve inanır.” cümlesinde “dinler ve inanır” yüklemleri “sözleri” düz tümleciyle birbirine bağlandığı için anlatım bozukluğu ortaya çıkmıştır. Cümlede “inanır” sözünden önce “onlara” tümleci getirildiğinde anlatım düzelmiş olur: “Sanır mı ki bu sözleri millet dinler ve onlara inanır.”
“Yapmak istedikleri her gösteri, vaktinde haber alınmış ve engel olunmuştur.” cümlesinde de dolaylı tümleç eksikliğinden kaynaklanan bir anlatım bozukluğu vardır. Cümlenin doğrusu şöyle olmalıydı: “Yapmak istedikleri her gösteri, vaktinde haber alınmış ve bunlara engel olunmuştur.”
“Olup bitenlere bu gözle bakmak, böyle değerlendirmek gerekir.” cümlesinde ise nesne (düz tümleç) eksikliğinden kaynaklanan bir anlatım kusuru vardır. Cümlenin doğrusu “Olup bitenlere bu gözle bakmak, onları böyle değerlendirmek lazımdır.”
UYGULAMA ÇALIŞMASI
Aşağıda verilen cümledeki anlatım bozukluğunu düzeltelim:
“Türkler de zenci köleler almışlardır. Fakat bunları saraylara, konaklara sokmuşlar ve iyi bir hayat sağlamışlardır.”
4- Tamlama yanlışları
Bu bölümde isim ve sıfat tamlamalarının yanlış kullanımından kaynaklanan anlatım bozukluklarına örnekler verilecektir.
“Benim ve senin bileceğin sürekli gerçek şudur.” cümlesindeki anlatım bozukluğunun sebebi şudur: bu cümlede kullanılan isim tamlamasında tamlayan “benim ve senin”dir. Yani birinci ve ikinci tekil şahıstır. Hâlbuki tamlanan “bileceğin” sadece ikinci tekil şahıstır. Tamlayanın karşılığı “biz” olduğuna göre tamlanan da birinci çoğul şahıs eki almalıydı. Cümlenin doğru şekli şöyledir: “Benim ve senin bileceğimiz sürekli gerçek şudur.”
“Türkiye’ye yöneltilen şikâyet de bu mantık doğrultusunda değerlendirilmesi gerekir.” Bu cümlede tamlayanın ek almamasından doğan “…şikâyet… değerlendirilmesi…” bir anlatım bozukluğu vardır. Bu durum tamlayana ilgi hâl eki getirilerek düzeltilebilir: “… şikayet(in)… değerlendirilmesi…”
Şikayet sözcüğünü eksiz kullanmak istediğimizde ise cümlenin şöyle kurulması gerekirdi: “Türkiye’ye yöneltilen şikayet de bu mantık doğrultusunda değerlendirilmelidir.”
“Tüm sorunlarımız karşılıklı anlayış ve birlik içinde çözebiliriz.” cümlesinde ise “karşılıklı anlayış ve birlik” sıfat tamlaması yapısı yanlıştır. Çünkü “karşılıklı anlayış” olabilir ama “karşılıklı birlik” olamaz. O halde cümleyi “Tüm sorunlarımızı birlik ve karşılıklı anlayışla çözebiliriz.” şeklinde kullanırsak problemi ortadan kaldırmış oluruz.
UYGULAMA ÇALIŞMASI
Aşağıda verilen cümledeki anlatım bozukluğunun sebebini tespit ederek, cümleyi düzeltiniz:
“Bunların hepsi 24 saatlik ömrü olan birer cılız eserlerdir.”
5- Özne-yüklem uyuşmazlığıyla ilgili anlatım bozuklukları
Türkçede özne ile yüklem arasında iki bakımdan uygunluk olmalıdır: Tekillik-çoğulluk uygunluğu ve kişi uygunluğu.
Türkçede tekillik-çoğulluk uygunluğuyla ilgili şu kuralları bilmek lazımdır:
-Özne tekilse yüklem tekil, özne çoğulsa yüklem çoğul olmalıdır.
- Özne insan dışındaki bir cansız varlık, bir bitki, bir hayvan veya bir organ ismiyse özne çoğul bile olsa yüklem kesinlikle tekil olmalıdır.
“Kuşlar ötüşüyorlar.” değil “Kuşlar ötüşüyor.” “Çiçekler her zamankinden erken açtılar.” değil “Çiçekler … açtı.”
“Ellerim çok üşüdüler.” değil “Ellerim çok üşüdü.” örneklerinde olduğu gibi.
-Özne çoğul eki almış bir kişi adıysa yüklem tekil de çoğul da olabilir.
“Aileler bize geldiler.” “Aileler bize geldi.” şeklinde yazılan her iki cümle de anlatım bakımından doğrudur.
Kişi uygunluğundaki temel prensip ise cümlede özneyi doğru tespit edip, yüklemin sonundaki şahıs ekini ona göre kullanmaktır.
“Amcamla ben ayrılmaz bir ikiliyim.” cümlesinde özne “amcamla ben” sözüdür. Dolaysıyla 1. çoğul şahsa karşı gelmektedir. Hâlbuki yukarıdaki cümlede yüklem 1. tekil şahıs eki almıştır. Bu yüzden de cümlede anlatım bozukluğu vardır. Cümlenin doğrusu “Amcamla ben… ikiliyiz.” şeklinde olmalıdır.
6- Gereksiz yardımcı eylemlerin kullanılması
“Önce ondan kuşku ettiğimi sakladım.” Türkçede et-, ol-, eyle-,kıl- yardımcı fiilleri daha çok yabancı sözcüklerle birlikte birleşik fiiller kurarlar. Türkçe sözcüklerle kullanılması doğru değildir. Yukarıdaki cümlede “kuşku” sözcüğü ile et- fiilinin kullanılması doğru değildir. Doğrusu “Önce ondan kuşkulandığımı sakladım.” şeklinde olmalıydı.
“Şimdi sizlere pek çok istek alan bir parçayı dinleteceğiz.” cümlesinde de anlatımı bozan “istek alan” sözüdür. Bu sözün yerine “çok istenilen” veya “çalınması çok istenen” şeklinde Türkçeye daha uygun yapılar kullanılabilir.
UYGULAMA ÇALIŞMASI
“TSYD tesisleri kesinlikle otel olacak. Şirketler ihale için başvuru yapıyor.” cümlesindeki anlatım bozukluğunu düzeltiniz.
Değerlendirme Soruları
1- Aşağıdaki cümlelerin hangisinde bir anlatım bozukluğu vardır?
a) Sizinle dalga geçtim ve sizi üzdüm, özür dilerim.
b) Çocuklara bağırıyor, onları yola getirmek istiyordu.
c) Misafirleri hoş karşılar, memnun ederdi.
d) Kaleminizi aldım, hemen iade edeceğim.
e) Çocuğu doktora götürüp muayene ettirdim.
2- Cümlede tür ve takımları ayırır. ( ) Kendisinden sonra bir açıklama gerektirir. ( ) Yargı bildiren olumlu –olumsuz cümle sonlarına konur.( ) Dil yazılarında verilen örneği göstermek için kullanılır.( ) Başka bir kimseden olduğu gibi aktarılan sözleri göstermek için kullanılır.( ) Görevleri belirtilmiş noktalama işaretleri hangi seçenekte doğru sıralanmıştır?
a) (;) (: ) (.) (‘ ’ ) (“ ”) b) (,) (: ) (!) (“ ”) ( [ ] )
c) (,) (: ) (‘ ’) (“ ”) (.) d) (!) (,) (‘ ’) (“ ”) ( [ ] )
e) (;) (,) (.) (!) (“ ”)
3- Aşağıdaki seçeneklerin hangisinde, büyük harflerin kullanımıyla ilgili bir yazım yanlışı vardır?
a) Nene Hatun b) Ege Denizi c) Ahmet amca
d) Dayı Hasan e) Ayşe Nine
4- “ –r, -ar/-er, -maz/-mez, -an/-en ekleriyle kurulan sıfat tamlaması yapısındaki birleşik kelimeler ayrı yazılır.” Aşağıdaki birleşik kelimelerden hangisi bu tanıma göre yanlış yazılmıştır?
a) kadirbilmez b) güleryüz c) uçan daire d) döner sermaye e) etyemez
5- “Ruhunu karartan neydi ( ) yağmur mu yağıyordu ( ) yoksa şimşekler mi çakıyordu ( )”
Cümlesinde ayraçla gösterilen yerlere sırasıyla hangi noktalama işareti getirilmelidir?
a) (.) (?) (.) b) (,) (:) (?) c) (?) (,) (?)
d) (,) (;) (?) e) (;) (.) (?)
6- Aşağıdaki hitap cümlelerinin hangisinde bir yazım yanlışı vardır?
a) Sevgili Ahmet, b) Sayın Bakan, c) Sayın Dekan,
d) Sevgili Babacığım, e) Kıymetli kardeşim,
7- Aşağıdaki cümlelerin hangisinde “ki”nin yazımıyla ilgili bir hata vardır?
a) Cümledeki yazım yanlışlarını bulduk.
b) Ahmet’i dünkü derste göremedim.
c) Geçmiş zaman olurki, hayali cihan değer.
d) Bu kitaplar Turgut’unkiymiş.
e) Çiğ yemedim ki, karnım ağrısın.
8- Aşağıdaki cümlelerin hangisinde “de, da”nın yazımıyla ilgili bir yanlışlık yapılmamıştır?
a) Sinop da Karadeniz bölgesinin geri kalmış illerinden birisidir.
b) Mümkün olsa mutfakda oturacaktı.
c)Yarınki toplantıya Suat’ta gelsin
d) “Tarihde Türklük” adlı eseri çok beğendim.
e) Belli ki bu işte seninde parmağın var.
9- “ İnsan, dostlarını kırmaması ve düşkünleri de gözden uzak tutmaması gerekir.” Cümlesindeki anlatım bozukluğunun sebebi nedir?
a) mantık yanlışlığı b) söz dizimi c) nesne eksikliği
d) tamlama yanlışlığı e) özne eksikliği
10- “Hocanın anlattığı bu konuda, ikiliğe düştüm.” Cümlesindeki anlatım bozukluğunun sebebi nedir?
a) yüklem eksikliği b) özne- yüklem uygunsuzluğu
c) kelimenin yanlış anlamda kullanılması
d) mantık yanlışlığı e) nesne eksikliği
11- Aşağıdaki cümlelerin hangisinde bir yazım yanlışı vardır?
a)Türkiye’nin en geri kalmış bölgelerinden birisi, Güneydoğu Anadolu bölgesidir.
b) Trabzon Karadeniz’in doğusunda yer alır.
c) Türkiye’nin kuzeybatısında Bulgaristan bulunur.
d) Sivas İçanadolu bölgesinde büyük bir şehirdir.
e) Trabzon’un doğusunda Rize vardır.
12- Aşağıdaki ikilemelerden hangisinin yazımı yanlıştır?
a) civciv b) yavaş yavaş c) ucu ucuna
d) çeşit çeşit e) hoş beş
13- Aşağıdaki seçeneklerin hangisinde nokta işaretiyle ilgili bir yanlışlık yapılmıştır?
a) 02.06.2003 b) 1. sınıf c) Apt d) Doç. e) cm
14- Aşağıdaki cümlelerin hangisinde virgül işaretiyle ilgili bir yanlışlık yapılmıştır?
a) Sevgili kardeşim,
b) Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..
c) Yavaş, yavaş çıkacaksın bu merdivenlerden.
d) Pencere önüne oturdum mu her şeyi unuturum.
e) Örnek olsun diye, örnek istemez ya, söylüyorum.
15- Aşağıdaki kısaltmalardan hangisinin yazımı yanlıştır?
a) km’ye b) KKK c) BOTAŞ’ın
d) M.Ö. e) KTÜ’ye
16- Aşağıdaki seçeneklerin hangisinde kesme işareti ile ilgili bir yazım yanlışı yoktur?
a) Milli İstihbarat Teşkilatı’na başvurdum.
b) Cumhuriyet, onun bize mirasıdır.
c) Kazım Karabekir Paşayı rahmetle anıyoruz.
d) Kenya’lı turistler İstanbul’a gelmişler.
e) Türk’lük gururu ve şuuruyla hareket etmeliyiz.
17- “Gölgeler yaklaştılar ( ) Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar( ) ( ) Koca Ali ( )Koca Ali ( ) be ( ) ( )
Yukarıda ayraçla gösterilen yerlere sırasıyla hangi noktalama işaretleri getirilmelidir?
a) (.) (:) (–) (...) (,) (!) (...) b) (.) (;) (“) (,) (!) (!) (...)
c) (!) (,) (“) (,) (,) (!) (”) d) (-) (,) (“) (!) (,) (...) (!)
e) (.) (;) (–) (!) (,) (...) (!)
18- Aşağıdaki birleşik sözcüklerin hangisinin yazımı doğrudur?
a) kara sinek b) akşamüstü c) göçetmek
d) baş köşe e) önsöz
19- Aşağıdaki ikilemelerden hangisinin yazımı yanlıştır?
a) cik cik (ötmek) b) cırcır (böceği) c) soy sop
d) yüz göz (olmak) e) salkım saçak
20- “Derler ( ) İnsanda derin bir yaradır köksüzlük
( ) Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük ( )
mısralarında ayraçla gösterilen yerlere sırasıyla hangi noktalama işaretleri gelmelidir?
a) (: ) (;) (.) b) (;) (.) (.) c) (;) (,) (.)
d) (: ) (!) (.) e) (,) (,) (...)
3- YAZILI KOMPOZİSYON TÜRLERİ
1- Mektup ve mektup çeşitleri
Gelişen teknoloji karşısında bugün kullanımı azalsa da yine de insanlar arasındaki en önemli haberleşme aracı “mektup”tur. Mektup, birbirinden uzakta bulunan kişilerin bir haberi duyurmak, bir isteklerini bildirmek veya bir şey istemek için yazdıkları yazılara denir.
Mektuplar yazıldığı yere, konusuna, amacına ve üslubuna göre şu çeşitlere ayrılır:
a) Özel Mektuplar
b) Edebî Mektuplar
c) Resmi Mektuplar
d) İş Mektupları
a) Özel mektuplar
Yakın akraba, tanıdık, arkadaş, eş- dost ve hısımlar arasında yazılan mektuplara denir. Özel mektuplarda konu, bir haber iletmek, merak edilen bir konuyu sormak, iletilmek istenen duygu ve düşünceleri iletmek, bir şey istemek olabilir. Mektupta bunlardan biri veya birkaçı karşımıza çıkabilir. İki kişi arasında yazılan özel mektuplar dışında “davetiye”, “özür”, “tebrik”, “teşekkür” mektupları ve “edebî mektuplar” da özel mektup olarak kabul edilmektedir. O yüzden bu tür mektuplar da kitabımızda “özel mektuplar” başlığı altında incelenecektir.
Mektuplar da bir yazılı anlatım çalışması olduğuna göre her bir özel mektup türünün kendine özgü yazım planları vardır.
İki kişi arasında yazılan özel mektuplarda şu plan uygulanmalıdır:
-Kâğıdın sağ üst köşesine mektubun yazıldığı yer ve tarih yazılmalıdır. Mektubun yazıldığı yer tarihten virgülle ayrılmalıdır. (Trabzon, 13.09.2009 gibi).
-Solda tarihten yaklaşık 5 cm aşağıya, satırbaşı yapılarak hitap cümlesi yazılır. Hitap cümlesi, mektup yazılan kişiye göre değişiklik göstermesi gerektiğinden dikkatli seçilmelidir. (Sevgili Babacığım, Kıymetli Anneciğim, Aziz Dostum, Saygıdeğer Öğretmenim, Canım Kardeşim vb. gibi). Hitaplarda kullanılan her kelime büyük harfle başlamalı ve hitaptan sonra virgül kullanılmalıdır.
-Mektup metni yazılırken, diğer yazılı anlatım türlerinde olduğu gibi, mektupta da yazı “giriş-gelişme-sonuç” bölümleri halinde düzenlenmelidir. Mektubun giriş bölümünde mektubun yazılış sebebi açıklanır, gelişme bölümünde mektubun konusu bütün ayrıntısıyla ortaya konulur. Bu bölüm mektubun en uzun bölümüdür. Mektubun doğru ve kolay anlaşılabilmesi için kullanılan her konu ayrı bir paragrafta ele alınmalıdır. Mektubun sonuç bölümünde ise, mektup yazılan kişinin hatırı sorularak, iyi dilek ve temenniler iletilir. Mektupta samimi bir üslûp kullanılır.
-Mektubun sağ alt köşesine mektubu yazan kişinin adı soyadı yazılır ve imzalanır. Sol alt köşeye de mektubu yazan kişinin açık adresi yazılır.
Mektup yazıldıktan sonra, postaya bir zarf içinde teslim edilir. Aşağıda bir mektup zarfının nasıl yazılması gerektiği gösterilerek, planlı bir özel mektup örneği verilmiştir:
Ali İhsan Yazıcı
Pazar Mah. Uzun Sok.No: 7/4 PUL
PK. 55050 SAMSUN
Sayın Fatma Seda DEMİRAYAK
Pazarkapı Mah. Tevfik Sok.No: 2
PK 34100 Silivri / İSTANBUL
Örnek Metin (Planlı yazılmış özel mektup)
Houston, 21.5.1981
Canım Babacığım,
Sizlere biraz geç yazabildiğim için üzgünüm. Fakat çalışmalarım o kadar yoğun ki, anlatamam. Sizi merakta bıraktıysam bağışlayın beni.
Bu sizlere Amerika’dan, Teksas’tan ilk mektup yazışım. Buraya geleli hemen iki hafta oluyor. Bilseniz neler, ne heyecanlar yaşadım şu kısacık zamanda.
Roma’dan Newyork’a uçakla gelirken, heyecandan içim içime sığmıyordu. Yıllarca hayaliyle yaşadığım Amerika’da ihtisas yapma imkânına kavuştuğuma hâlâ inanamıyordum. Havaalanında Türk arkadaşlar karşıladı beni. Onlar da, Newyork’taki üniversitelerde ihtisas yapıyorlardı. Sizlere yazdığım kartı havaalanından attım.
Newyork’ta ancak bir gün kalabildim. Ertesi gün sabah erkenden beni Houston’a götürecek uçağa bindim. Houston havaalanında beni karşılayacak kimse yoktu. O anda nasıl korktuğumu size anlatamam. Senin, annemin sevimli yüzleriniz gözümün önüne geldi. Az İngilizce biliyordum; üstelik büyük ve bilmediğim bir şehirde yapayalnızdım. Neyse ki, elimde adres vardı. Bir taksiye bindim, kalacağım pansiyona gittim. Oradaki arkadaşlar beni hayretle karşıladılar. Geleceğimden haberleri yoktu. Sonradan aklım başıma geldi. Newyork’tan telgraf çekmemiştim onlara!
Burada küçük bir odam var. İçinde minicik bir masa, bir yatak, bir dolap. İşte eşyam bu kadar. Ama gece lambasını unutmamalıyım. Okul dışındaki zamanımın hemen hemen tamamı bu odada geçiyor. Çalışmalarımın yoğunluğundan zamanın nasıl geçtiğini fark edemiyorum.
Anneciğim, ayrılırken yüzün çok sarıydı, şimdi nasılsın? Babacığım, dilerim, ben gittikten sonra tansiyonun çıkmamıştır. Her an gözümün önündesiniz. Sizleri, evimizi, kısacası Türkiye’yi o kadar özledim ki. Burada yemekler çok değişik. Bir türlü alışamadım. Ama meraklanmayın, sağlığım çok iyi. Arkadaşlarla da iyi anlaşıyoruz.
Anneciğim, babacığım hepinize sonsuz sevgilerimi ve büyük özlemimi yolluyorum. Hoşçakalın.
2007 – Houston Rd. İmza
Anchoroge K. Y. 40223 U.S.A Oğlunuz
(Dr. Sakin ÖNER’in (Örneklerle Kompozisyon Düzenli Yazma ve Konuşma Sanatı kitabından alınmıştır.)
Davetiye
Davetiye, düğün, nişan, sünnet, nikâh, konferans, kongre, toplantı vb. gibi sosyal olayları, akraba, dost, tanıdık veya ilgililere duyurmak için yazılan özel mektuplardır.
Davetiyelerde toplantının yeri, tarihi ve saati davetiyenin sol alt tarafında açıkça belirtilmelidir. Ayrıca, özellikle düğün, nikâh, nişan gibi davetlerde, davetlilerin davete katılıp katılmayacaklarını kesin olarak belirtmek için lcv (Lütfen cevap veriniz) kısaltması ile ulaşılacak bir telefon verilir. Böylece davet konusu toplantıya kaç kişinin katılacağı belli olacağından hazırlıklar da ona göre yapılır.
Bölüm Başkanımız Prof. Dr. Osman Kemal Kayra tarafından verilecek olan “Türk Dünyası ve Türkçe ” konulu konferansa teşriflerinizi bekler, saygılar sunarım.
İmza
Adem Kılıçoğlu
KTÜ Türk Dili Bölümü
Başkan Yardımcısı
Yer : Trabzon Kültür Yurdu.
Gün : 18.09.2009
Saat : 14.30
Özür mektubu: Sevdiğimiz, saydığımız kişi veya kişilerden herhangi bir durum vesilesiyle özür dilemek için yazılır. Yazılış düzeni bakımından davetiye mektubuna benzer. Özür mektubu dolma kalemle de yazılabilir.
21.08.2001 Sayın Adem Kılıçoğlu, Trabzon Kültür Yurdu’nda düzenlemiş olduğunuz “Türk Dünyası ve Türkçe” konulu konferansınıza yoğun işlerim dolayısıyla katılamayacağım için özür dilerim. Konferansın başarılı geçmesini diler, saygılar sunarım. İmza Osman DEMİRAYAK |
Teşekkür mektubu
Görülmüş olan bir yardıma, iyiliğe veya gösterilen bir yakınlığa teşekkür etmek maksadıyla yazılır. Yazılış tekniği bakımından davetiye, özür, tebrik mektuplarına benzer.
Trabzon / 15.08.2001
Sayın Prof. Dr. Sema DEMİRAYAK
9. Türkoloji Kongresi için göndermiş olduğunuz “Davet mektubunu” aldım. Nezaketinize teşekkür ederim.
Çalışmalarınızın başarılı geçmesini diler, saygılar sunarım.
imza
Doç. Dr. Kemal UZUN
Telgraf
Bir özel mektup türü olan telgraf, teknolojinin hızla gelişmesiyle aynı mektup gibi kullanımı azalmasına rağmen zaman zaman kullanılan bir mektup türüdür.
Telgraf özellikle çabuk ulaştırılması gereken bilgilerin iletilmesi için kullanılan bir mektup türü ile günümüzde cep telefonları, belgegeçerler ve internet bu tür ihtiyaçları daha hızlı sağlamaktadır. Onun için telgraf daha çok davetli olunduğu halde çeşitli sebeplerle katılınamayan davet, düğün, nişan, toplantı vb. gibi etkinliklere gönderilen özür, tebrik vb. gibi duyguları işleyen bir mektup türü olmuştur.
Telgrafta ücretlendirme kullanılan kelime sayısına göre yapıldığından telgrafın metni mümkün olduğunca kısa ve açık olmalıdır.
Telgrafın “normal, acele, yıldırım” gibi gitme süresine göre çeşitleri vardır. Telgrafın gitme hızı arttıkça ücreti de artmaktadır.
Telgrafta plan şöyle olmalıdır:
-Telgraf metninin sol üst köşesine alıcının adı-soyadı ve açık adresi yazılır.
-Adresin altına telgraf metni yazılır.
-Metnin sağ alt köşesine gönderenin adı ve soyadı yazılır.
-Telgraf metninde ad-soyadın altına eğer gerekiyorsa gönderenin açık adresi yazılır. Eğer alıcı göndericinin adresini bilmiyorsa adres yazılır. Alıcı gönderenin adını biliyorsa gönderenin adı ana metinden bir çizgiyle ayrılarak ayrıca bir ücret ödemesi engellenir.
Örnek:
İlteriş İnce
Abdullahpaşa Mah.
21.Sok. A Blok. No. 7 ELAZIĞ
15 Mart'ta yanına geleceğim, beni Elazığ'da bekle.
Mehmet Kara
_____________________________________________________________
İnönü Mah. Güzel Sok. Mutlu Apt. No:8
Trabzon
b) Edebi mektuplar
Bir çeşit özel mektup sayılabilecek edebi mektuplar, dil, üslûp ve taşıdığı tarihi ve edebî değer bakımından özel mektuplardan ayrılır. Bu tür mektuplarda mektubun yazıldığı devrin izlerini bulabiliriz.
Edebî mektuplar hem dili kullanma becerisinin üstün örnekleri olmak, hem de yazıldıkları dönemlerden izler taşımak bakımından, sosyal bilimlerin başvuru kaynağı olmuşlardır. Aşağıda bir edebi mektup örneği bulacaksınız:
“Beşiktaş: 2.11.1931
Ziyacığım;
Dün akşam Zübeyr’le sana kısa bir mektup gönderirken bugün senin sesini duyacağımı hiç hatırıma getirmemiştim. Hatıra getirilmeyen neler neler oluyor değil mi Ziyacığım? Senin bugünkü vaziyetin; benim Mülkiye’ye girmekliğim hiç düşünmediğim şeylerdi. Fakat oldu.
Beni evde bulamadığına ne kadar üzüldüğümü tahmin edersin. Mamafih bundan sonra beni evde değil yalnız ve yalnız mektepte aramaklığını rica edeceğim, çünkü mektepte bekârım.
Sana mektebe nasıl gelineceğini tarif edeyim. Nereden tramvaya bineceğin meçhulümdür. Fakat Beşiktaş tramvay istasyonunda muhakkak inmelisin. Biraz yürüdükten sonra sol tarafta Beşiktaş tramvay garajıyla karşılaşırsın. Garajın bitişiğinde bir sokak vardır. Oraya saparsın ve biraz yürüdükten sonra sokağın şoseye tekavül ettiğini görürsün. Bu şoseyi ve zikzaklarını takip ede ede yürürsün. Yirmi dakikalık bir tenezzühten sonra carrefur (Birkaç yol veya sokağın birleşme noktası) gibi bir yere vasıl olduğunu fark edersin. Sağında Harb Akademisi vardır ve önünde diğer bir bina. Sola saparsın, karşında eski bir bina, bahçesi ve parmaklıklarıyla arz-ı endam eder. İşte mektebimiz. Kolay çıkaracağını tahmin ediyorum. Bundan sonrasını sana bırakıyorum bakalım ne olacak? Acaba gelecek misin? Ne vakit geleceksin? Cuma, perşembe ve salı günleri müstesna olmak üzere, haftanın diğer dört gününde, beşle sekiz arasında mektepteyim. Doğrusu bu dört günde üçte de, dörtte de gelsen beni mektepte bulman ihtimali vardır. Fakat ekseriya, mektebin yakınındaki bir kahveye müdavim olduğumuz için, bu saatlerde gelmesen lehinde olur. Mamafih, eğer ne günü geleceğini sarahaten yazarsan o gün seni ne büyük bir sabırsızlıkla bekleyeceğimi elbette bilirsin.
Aynı şehirde bulunduğumuz halde mektuplaşmamız garip değil mi? Yalnız, Ziyacığım, zarfın üzerine Pirinççi zâde diye bir ibare koymamanı rica ederim. Adresim şudur: Cahit Sıtkı, No:352–1 inci Sınıf- Mülkiye Mektebi- Yıldız. Şimdilik hararetle gözlerinden öper ve yolunu beklerim vefakâr arkadaşım.
Cahit Sıtkı
c) Resmi mektuplar
Resmi mektupları resmi veya özel kurum veya kuruluşlar arasında kullanılan “resmi yazılar” ve kişilerin kurum ve kuruluşlara yazdıkları “dilekçeler” olmak üzere iki kısımda inceleyebiliriz.
Resmi yazılar (Resmi mektup)
Resmî devlet kuruluşlarının veya tüzel kişilik taşıyan kuruluşların birbirlerine yazdıkları yazılara ve vatandaşların başvurularına verdikleri cevaplara resmi yazı (mektup) denir.
Resmi mektuplarda ağır başlı ve ciddi bir üslûp kullanılmalıdır. Yazının metni amaç ve kapsamına göre düzenlenir. Ayrıntıya girilip konu dışına çıkılmaz. Resmi yazılar eldeki imkânlara göre, daktilo veya bilgisayarda yazılabileceği gibi, okunaklı bir el yazısıyla da yazılabilir.
Resmi mektupta şu plan uygulanır:
-Yazıyı gönderen kuruluşa ait “başlık” kâğıdın üst kenarından iki aralık aşağıda ve ortada gösterilir.
-Başlığın son satırında iki aralık aşağıda ve kâğıdın solunda “sayı ve kayıt numarası” verilir. “Sayı” evrakın dosyalamada kullanılan konu sayısı iken, “kayıt numarası” evrakın “giden evrak defteri”nden aldığı numaradır.
-Başlığın bitiminden iki aralık aşağıda ve başlığın bitiminden itibaren sağ üst köşeye günün tarihi yazılır.
-Konu: “Sayı”nın bir aralık altına mektubun konusunu özetleyen kısa bir cümle yazılır.
-Konunun son satırından başlanarak, metnin uzunluğuna ve kısalığına göre, iki veya dört aralık bırakılarak yazının gönderileceği kuruluş ve kişinin adı yazılır. (gerekiyorsa hitap edilir.)
-Eğer yazı daha önceki bir yazıya cevaben yazılmışsa gönderilen makamdan sonra üç aralık verilerek ilgi tutulur. İlgi tutulurken ilgi sözcüğü büyük yazılır.
-Yazının konusuna göre tertip edilecek yazının ana bölümüdür. Varsa ilgiden iki aralık, yoksa kurum veya kişi adından ilk aralık bırakılarak yazılır.
Metinlerin sonunda yazı bir üst makama veya eşit makama yazılmışsa “arz ederim”, alt makama yazılmışsa “rica ederim”, yazı hem üst hem de alt makamlara dağıtılacaksa “arz ve rica ederim” ifadeleri kullanılır.
-Metnin bitiminden 2–4 aralık aşağıya yazıyı yazan kişinin adı soyadı yazılarak imzalanmalıdır. İmza, ad- soyadın üst kısmına atılmalıdır. Ad-soyad yazılırken Adın ilk harfi büyük diğer harfleri küçük yazılır, soyadın tamamı büyük yazılmalıdır.
-Eğer resmi yazıya eklenen başka evrak veya evraklar varsa bu, yazının imza bölümünün bitiminden sonra iki aralık verilerek ve sol alt köşeye yazılır. Eklenen evrak bir tane ise “EK” veya “EKİ” başlığıyla, birden çok ise “EKLER” başlığıyla verilir.
T.C.
Karadeniz Teknik Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlığı
Sayı:520/45
Konu: Harç Kredisi Formu 22 08. 2008
Maliye Bölümü Başkanlığına,
Rektörlükten Fakültemize gelen harç kredisi formlarından 25 adet, bölümünüz öğrencilerine dağıtılmak üzere ekte gönderilmiştir.
İstekli öğrencilere birer adet dağıtılarak dekanlığa bilgi verilmesini rica ederim.
imza
Ek. 25 adet harç kredisi formu Prof.Dr. Kamil Yazıcı
Dekan
T.C.
Karadeniz Teknik Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Maliye Bölümü Başkanlığı
Sayı:520/12
Konu:Harç kredisi formu hk. 30.08.2008
DEKANLIK MAKAMINA
İLGİ: 22.08.2001 tarih ve 520/45 sayılı yazınız.
İlgi yazınız ekinde gönderilen 25 adet harç kredisi formu bölümümüzün öğrencilerine dağıtılmıştır. Formlar öğrencilerimizin ihtiyacını karşıladığı için, bu konuda herhangi bir istek söz konusu değildir.
Bilgilerinizi ve gereğini arz ederim. imza
Doç.Dr. Osman Pehlivan
Bölüm Başkanı
Dilekçe
Bir kişinin istek, dilek ve şikâyetlerini resmî veya özel bir kuruluşa bildirmek veya herhangi bir konuda bilgi vermek için yazdıkları resmî yazılardır. Dilekçe verme hakkı Anayasa ile güvence altına alınmış bir haktır.
Dilekçe bilgisayarda yazılabileceği gibi el yazısıyla da yazılabilir. Dilekçe el yazısıyla yazılıyorsa mavi veya siyah renkli mürekkep kalemi veya tükenmez kalem kullanılmalıdır. Dilekçeler kurşun kalemle ve mavi veya siyah renkli kalemler dışındaki renkli kalemlerle yazılmaz.
Kurallarına uygun yazılarak verilen bir dilekçeye ilgili kurum veya kuruluş cevap vermek mecburiyetindedir. Verilen dilekçenin akıbetini takip etmek için dilekçe sahibi dilekçesini verdiği kurum/kuruluştan evrak kayıt sayı ve numarasını almalıdır.
İyi bir dilekçede şu özelliklerin olmasına dikkat edilmelidir:
“-Dilekçeye verileceği kurum/kuruluşa hitap cümlesi ile başlanır. Bu cümlede kullanılacak sözcüklerin tamamı büyük temel harfle yazılabileceği gibi sadece her kelimenin ilk harfi de büyük yazılabilir. Hitap bölümü kâğıt ortalanarak yazılabilir.
-Sonra dilekçenin amaç ve kapsamına göre dilekçenin metni yazılır. Metin açık, anlaşılır bir dille ve lüzumsuz ayrıntılardan kaçınılarak yazılmalıdır. Dilekçelerde metin istisnasız “arz ederim” ifadesiyle bitirilmelidir.
-Gereğini arz ederim” cümlesinin altına veya yanına günün tarihi yazılır. Bazı kaynaklarda dilekçe tarihinin sağ üst köşeye yazılabileceği ifade edilmektedir. Böyle bir tarih yazımı “resmi mektuplarda” söz konusu olacağından tarih sağ alt köşeye yazılmalıdır.
-Tarihin altına sağ alt köşeye dilekçe sahibin adı- soyadı yazılarak imzalanır. İmza, isim-soy ismin üstündeki boşluğa atılır.
-Dilekçenin sol alt köşesine dilekçeyi yazan kişinin açık adresi yazılmalıdır.
-Dilekçeye başka evraklar eklenmişse adresin altına ek/eklar başlığıyla evrakların sayısı ve mahiyeti belirtilmelidir.
Dilekçe örneği:
KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ
Öğrenci İşleri Daire Başkanlığına
TRABZON
Üniversiteniz Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü I.öğretim, II.sınıf …..numaralı öğrencisiyim. 2008-2009 eğitim ve öğretim yılı bahar döneminde almış olduğum TDB 102 kodlu Türk Dili dersinden CB harf notuyla geçmeme rağmen, transkribimde dersimin notu D (devamsız) görünmektedir.
Durumun yeniden incelenip mağduriyetimin giderilmesini istiyorum.
Gereğini arz ederim.
Adres: 09.28.2009
İmza
Ad-Soyad
d) İş mektupları
Özel kuruluşların birbirlerine veya kişilere gönderdikleri mektuplara denir. İş mektupları çok sık kullanılan mektuplardır.
İş mektuplarında üslûp ciddi olmalı, gereksiz ayrıntılardan ve laubalilikten uzak durulmalıdır.
Bir iş mektubunda şu plan uygulanır:
-Mektubun sağ üst köşesine yer ve tarih yazılır.
-Kâğıdı ortalayarak mektubun yazıldığı firmanın adı ve adresi yazılır.
-Satırbaşı yapılarak mektubun metni yazılır.
-Sağ alt köşeye mektubu yazanın adı- soyadı yazılarak imzalanır.
-Ad-soyad hizasında iki aralık aşağıda olmak kaydıyla mektubun sol alt köşesine, yazan kişinin açık adresi yazılır.
-Bir firmanın bir kişiye yazdığı iş mektuplarında ise sol alt köşeye adres yazılmaz.
İş mektubu örneği:
Trabzon, 06.08.2001
Serhat Yayıncılık A,Ş, Kızılelma Sok.
Ülkü Apt. No: 3/9
Anafartalar/Ankara
Peyami Safa’nın “Sözde Kızlar ve Matmazel Noralyanın Koltuğu” adlı eserlerinden birer adet aşağıdaki adresime ödemeli olarak göndermenizi rica ederim.
Adres: imza
Karadeniz Teknik Üniversitesi Mehmet Atahan YURT
Türk Dili Bölümü / Trabzon Öğretim Görevlisi
SERHAT YAYINCILIK A.Ş
Her Türlü Basılı Evrak, Edebî Eserler,
Fikir Kitapları Yayınları İstanbul, 20.08.2001
Sayın Fatma Seda DEMİRAYAK
KTÜ Türk Dili Bölümü Öğretim Görevlisi/ Trabzon
İlgi: 06.08.2001 tarihli yazınız
Peyami Safa’nın “Sözde Kızlar ve Matmazel Noralyanın Koltuğu” adlı eserlerinden birer adet adresinize ödemeli olarak gönderilmiştir.
Bilgilerinizi rica eder, saygılar sunarım.
imza
Ahmet Bilgehan DEMİR
Müdür
2-ÖZGEÇMİŞ (CV)
Bir kişinin kısa hayat hikâyesidir. Özgeçmiş, boş bir kâğıt kullanılarak yazılabileceği gibi matbu (basılı) kâğıtlarla da yazılabilir. Özgeçmişte yazının yazıldığı tarih olmaz. Özgeçmişin sağ alt köşesinde yazanın adı- soyadı ve imzası bulunur.
Son zamanlarda matbu örnekleri kullanılan CV’lerin kullanımı daha çok yaygınlaşmıştır. Latince “corriculum vitae” kelimelerinden oluşan CV “özgeçmiş” anlamındadır. Aşağıda iki farklı özgeçmiş örneğini göreceksiniz:
“1962 yılında Malatya’da doğdum. İlk, orta ve lise öğrenimimi bu ilde tamamladıktan sonra, 1980 yılında, Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandım. 1984 yılında bu bölümden mezun oldum. 1985 yılında Diyarbakır Ticaret Lisesine Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak atandım. 1989 yılında Malatya, Akçadağ Doğanlar Kırtekeler Ortaokulunda okul müdürü ve Türkçe öğretmeni olarak görevlendirildim. Bu görevim sürerken 1989–1990 yılları arasında “Erzurum, Uzundere Dikyar Ortaokulunda Yedek Subay öğretmen olarak çalıştım.
1998 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektörlüğünün açmış olduğu “Türk Dili Okutmanlığı” sınavını kazanarak bu göreve atandım.
1999 yılında Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünden Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim dalı “Yeni Türk Dili” bilim dalında “Şemsi’nin Cevahirü’l- Kelimâtı Üzerine Bir Dil İncelemesi” adlı tezimle mezun oldum ve “bilim uzmanı” unvanını aldım.
Halen Karadeniz Teknik Üniversitesindeki görevim devam etmektedir.
Evli ve iki çocuk babasıyım. imza
Yılmaz İNCE
Türk Dili Okutmanı
|
ÖZGEÇMİŞ(CV) |
|
Ünvanı, Adı Soyadı: |
Yrd. Doç. Dr. Zübeyir BÜTÜNER (zubeyir.butuner@bozok.edu.tr) |
|
Doğum Yeri: |
Amasya |
|
Doğum Tarihi: |
16.10.1954 |
|
Milliyeti: |
Türkiye Cumhuriyeti |
|
Medeni Durumu: |
Evli |
|
Adres: |
Bozok Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, 66200 Yozgat, Türkiye |
|
Telefon: |
İş: 0354 242 1021 / 142 Ev: 0354 212 33 36 |
|
Şimdiki Durumu: |
Öğretim Üyesi |
|
Akademik Geçmişi: |
Doktora :Humboldt Üniversitesi Berlin
Yüksek Lisans : Humboldt Üniversitesi Berlin
Lisans : Humboldt Üniversitesi Berlin
|
|
Çalışma Durumu: |
1993- Öğretim Görevlisi Yozgat Meslek Yüksekokulu-Yozgat-Türkiye 1996- .........:Öğretim Üyesi, Bozok Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi,Tarih Bölümü, 66200 Yozgat, Türkiye
|
|
Araştırma Alanları: |
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi ve Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi,Siyasi Partiler |
|
Lisanüstü Öğrencileri: |
- |
|
Yürüttüğü Dersler: |
Avrupa Tarihi,Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Osmanlı Sosyo-İktisat Tarihi, Türk İslam Sanatı,Çağdaş Türk Dünyası |
|
İdari Görevleri: |
1996- 2007 E.Ü.Yozgat Fen Edebiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığı 1996-2000 E.Ü Yozgat Fen Edebiyat Fakültesi Matematik Bölüm Başkanlığı 2008 Bozok Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanlığı
|
|
Üyelikleri: |
- |
|
Yayınları (Kitapları ve Makaleleri): |
a- Die Analyse des Sozialreformismus innerhalb der Republikanischen Volkspartei in den Jahren 1923-1960 in der Türkei (yurt dışı yayında) b- Die Gründe des Eintritts des Osmanischen Reiches in den ersten Weltkrieg an die Seite der Mittelmaechte. (yurt dışı yayında) c- Mustafa Kemal Atatürk Biographie (yurt dışı yayında) d-Johannes Lepsius(yurt dışı yayında):
|
2-İlan ve Reklâm
Resmi ve özel kuruluşların personel, malzeme vb. ihtiyaçlarını karşılamak ve ürettiklerini pazarlamak üzere kullandıkları yazılı anlatım türleridir. Günümüzde çok sık kullanılan bu türlerden ilan, firmaların çeşitli alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli kitle iletişim araçlarından yaptıkları duyuruları ifade ederken, reklâm ise firmaların ürettikleri mal ve hizmetleri yine çeşitli kitle iletişim araçlarında ve duvar afişleriyle yaptıkları duyurulara denir.
Pazarlamada çalışacak,
Talaşlı imalatta deneyimli
MAKİNE MÜHENDİSİ veya
TEKNİK ÖĞRETMENLER
alınacaktır.
emsa@emsamakine.com
Trabzon Nüfus Müdürlüğünden aldığım nüfus cüzdanımı kaybettim. Hükümsüzdür.
Merve KILIÇOĞLU
Resmî ilân örneği:
DUYURU
TKİ
ORTA ANADOLU LİNYİTLERİ İŞLETMESİ
BÖLGE MÜDÜRLÜĞÜNDEN;
ÇAYIRHAN/NALLIHAN-ANKARA
1. Bölgemizde aşağıda belirtilen konularda karşılarında gösterilen tarih ve saatlerde genel ve teknik şartnamemiz esasları dâhilinde kapalı zarf usulü ihale yapılacaktır.
Tarih:09.07.2001
İhalenin konusu: On kalem muhtelif hidrolik silindir ve yedekleri temini
2. Konu ile ilgili şartnameler Ankara’da TKİ Genel Müdürlüğü Satınalma Daire Başkanlığı İç Alımlar Şube Müdürlüğünden (Hipodrom/ Ankara), İstanbul’da TKİ Satın Alma Müdürlüğünden (G.62 sok. Atatürk Öğrenci Sitesi karşısı Merkezefendi Zeytinburnu/İstanbul) ve bölge müdürlüğümüz Makine İkmal Şube Müdürlüğünden bedeli karşılığı temin edilebilir.
3.Teklif mektupları ihale tarihinde saat 14.30’a kadar Bölge Müdürlüğümüz Genel Muhaberat Servisine verilecektir.
4.Postadaki gecikmeler dikkate alınmayacaktır.
5. Bölge Müdürlüğümüz 2886 sayılı Devlet İhale Kanununa tâbi değildir.
(B; 25045-1462)
Reklâm örneği:
EN YÜKSEK
NET GELİR
KESİN GÜVENCE
BİZİM BANK’TA |
3- Rapor
“Herhangi bir iş veya olay hakkında bilgi vermek, yapılacak işlerle ilgili düşünce ve görüşleri belirtmek ve bazı hususları açıklamak için yazılan yazılara rapor denir.”
Raporlar çoğu kez yapılacak işlere, alınacak kararlara kaynaklık ettiğinden ciddi bir araştırma ve inceleme sonucu ortaya konulmalıdır. Özellikle sosyal, siyasal, ekonomik raporların hazırlanmasında ciddi bir kaynak taraması yapılmalı ve konu ile ilgili olabildiğince çok kaynaktan faydalanmalıdır.
Hastalarla ilgili doktor raporlarında ise, hasta ile ilgili teşhis belirtilerek yapılan ve yapılması gereken tedavilerle ilgili bilgiler verilir. Adli sağlık raporlarında da mevcut sağlık durumu ayrıntısıyla tespit edilerek adli makamların kovuşturmasına yardım edilir.
T.C. KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ FARABİ HASTANESİ ADLİ TIP ANABİLİM DALI TRABZON Sayı: B.30.0 KTÜ. 01H00.000/ Konu: Ramis USTABAŞ RAPOR İlgi: Burçka Cumhuriyet Başsavcılığının 20.11.2002 tarih ve 2002/4711 Muh. Sayılı yazısına karşılıktır. 23.04.2002 günü ateşli silah yaralaması ile getirilen şahsın Trabzon Farabi Hastanesinde yapılan muayenesinde, sağ orbita lateralinde ateşli silah girişi, sağ frontotemporalde crush injuri, sağ temporal bölgede 8 cm’lik temporal fasiayı içine alan kesi saptandığı bildirildiğine; Şahsın tarafımızdan yapılan muayenesinde frontal bölgede ortada yukarıdan glubellaya uzanan 5 cm’lik çevre doku ile renk ve seviye farkı bulunan eski yara nedbesinin çehrede sabit niteliğinde olduğunu bildirir tıbbî kanaat raporudur. Doç. Dr. Şükrü ULUSOY İmza İmza Tasdik Olunur Yrd. Doç Dr. M. Bülent SAVRAN Başhekim Adli Tıp Uzmanı (Mühür) Adli Tıp Anabilim Dalı Bşk.
|
4- Karar
Çeşitli amaçlarla kurulan komisyonların çalışmaları sonucunda vardıkları sonuçlara, kamu ve tüzel kuruluşlarının yönetim kurullarının belirli aralıklarla kuruluşla ilgili nelerin yapılıp nelerin yapılmayacağıyla ilgili tartışmalarını yapıp ulaştıkları sonuçlara karar denir.
Kamu veya tüzel kuruluşlarında alınan kararlar “karar defteri”ne işlenir. Bu tür toplantılarda alınan kararlar “oy birliğiyle” veya “oy çokluğuyla” alınır.
Kararlar yazılırken açık, anlaşılır, sade bir dille yazılır.
Karar alınma sürecinde karara karşı çıkanlar “muhalefet şerhi” koyabilirler.
Karar örneği:
Toplantı Tarihi : ..........................
Toplantı No : ..........................
Toplantıya katılanlar : ............................
Kararlar :
1- Şirketimizin Ticaret Odasına tescilinin en kısa zamanda yaptırılmasına,
2- Şirketimizin banka muamelelerinde .......................................................................nın yetkili kılınmasına,
3- Ticaret hayatındaki gelişmeleri izlemek üzere ...................ve ......................... gazetelerine abone olunmasına,
4- Antetli zarf ve kâğıt bastırılmasına,
5-Ankara ve İzmir"de şirketin şubelerinin açılması konusunda Yönetim
Kurulu Başkanı ...................................... ile üyelerden ................ "nın araştırma yaparak vardıkları sonuçları bir rapor halinde önümüzdeki yönetim kuruluna sunmalarına,
6- Önümüzdeki toplantının ................................. tarihinde yapılmasına oybirliğiyle karar verildi.
İmza imza
Yönetim Kurulu Başkanı İkinci Başkan
imza imza imza
Üye Üye Üye
5- Tutanak
Mahkeme, meclis veya kongre gibi yerlerde söylenen sözlerin veya bir olayın meydana gelişi ile ilgili bilgilerin yazılarak ilgililerce imzalanması sonucu ortaya çıkan yazılı anlatım türüdür.
Tutanakların raporlardan ayrılan en önemli yönü bir araştırma ve inceleme sonucu ortaya çıkmamasıdır.
Tutanağa esas olan ilgili toplantılar bir gündemle toplanır o yüzden toplantı tutanakları “gündem”in yazılmasıyla başlar.
Alınan kararlar tespit edilip yazıya geçirildikten sonra, tutanak ilgililerce mutlaka imza edilir.
Olay tutanaklarında ise olayın; nerede ve nasıl gerçekleştiği, kimlerin olayın içinde bulunduğu, olayda ne gibi araç gereçlerin kullanıldığı, olayın nasıl sonuçlandığı ortaya konur. Sonunda tutanağı tutan ve eğer varsa şahitler tutanağı imzalar.
TUTANAK 15.01.2001 İletişim memuru ………….10.01.2001 ile 15.01.2001 tarihleri arasında beş (5) gün süre ile hiçbir mazeret beyan etmeden işe gelmemiş ve sorumluluklarını yerine getirmemiştir. Personel Müdürü İletişim Müdürü İmza imza Ad-Soyad Ad- Soyad |
6- Haber
Herhangi bir olayla ilgili alınan veya verilen bilgiye “haber” denir. Gazetelerde haberleri takip edip çalıştığı gazeteye ulaştırmakla ilgili haber elemanlarına da “muhabir” denir.
Gazeteler haber vermek, toplumu bu haberlerle bilgilendirmek veya aydınlatmak için çıkarlar.
Son yıllarda radyo, televizyon ve internetin yaygınlaşması ve en ücra köşelere kadar ulaşması gazete haberciliğini oldukça zor hale getirmiştir. Çünkü bahsettiğimiz kitle iletişim araçları vuku bulan olayları anında izleyenlerine veya dinleyenlerine ulaştırdıkları için, gazeteler, henüz duyulmamış veya az duyulmuş haberler peşinde koşmakta, bu haberleri ilginç hale getirebilmek için yorumlu, ayrıntılı ve bol fotoğrafla desteklenmiş haberler yapmaya çalışmaktadırlar.
Haberlerin belli başlı nitelikleri şunlardır:
-Haberler ilginç olmalı, okuyucuyu kendine çekebilmelidir.
-Bütün gazetelerin değindiği yönlerinin dışında farklı tespitler yapabilmelidir.
-Haberin en önemli özelliklerinden birisi de doğru olmasıdır.
-Dili canlı, ilgi çekici, açık ve anlaşılır olmalıdır.
-Haber belli bir mantık düzeni içinde sunulmalıdır.
Örnek
SİİRT’İN 37 YILLIK ATATÜRK HATASI Atatürk’ün kente gelişinin 93. yıldönümünün dün kutlandığı Siirt’te, Vali Necati Şentürk, Atatürk’ün geldiği tarihin yanlış bilindiğini, bu nedenle dün son kez 14 Eylül’de yapılan kutlamaların bundan sonra 27 Kasım günü yapılacağını söyledi. Atatürk Anıtı’na çelenk konulması, saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nın okunmasının ardından valilik önünde düzenlenen törende konuşan Şentürk, Atatürk’ün kente gelişinin yıldönümünün 37 yıldır 14 Eylül olarak kutlandığını, yapılan tarih hatasının önümüzdeki yıldan itibaren düzeltileceğini bildirdi. OKUL İSMİ DEĞİŞECEK Atatürk’ün hatıralarını okuduğunu kaydeden Şentürk, şunları söyledi: “Atatürk, 27 Kasım 1916 tarihinde Siirt’e gelmiş. Türk Tarih Kurumu yayınları arasında çıkan kitaplarda bu durum Atatürk’ün ağzından açık bir şekilde belirtiliyor. Türk Tarih Kurumu ve Genelkurmay Harp Dairesi Başkanlığı ile görüşerek kutlama törenlerini 27 Kasım tarihine alacağız. Bu arada birkaç okulumuza 14 Eylül adını vermişiz. Bunların da adını 27 Kasım olarak değiştireceğiz. Kutlama töreni önümüzdeki yıldan itibaren 27 Kasımda yapılacak.” SİİRT AA MİLLİYET GAZETESİ 15.09.2009 |
7- Özet Çıkarma
Bir yazının veya bir kitabın özü ve ana planı bozulmadan kısaltılıp bir bakıma okuyucuya tanıtılmasına özet (çıkarma) denir.
Özetin eğitim hayatımıza ve günlük hayatımıza önemli katkıları vardır. Okuduğumuz bir yazının veya kitabın özetini çıkarmışsak bir daha okuma ihtiyacı duymayız. Özetten yazıyı veya eseri hatırlayabiliriz.
Özet çıkarmak daha çok roman, hikaye, tiyatro gibi uzun metinleri olan edebî türlerde karşımıza çıkar. Özetin uzunluğu özetin amacına ve kullanılacağı yere göre değişir.
Özet çıkarırken şu hususlar göz önünde tutulmalıdır:
-Özette yazıdaki (eserdeki) mantık sırası bozulmamalıdır.
-Özette geniş zaman veya şimdiki zaman fiil kipleri kullanılmalıdır.
-Özet yazının belli kısımlarının aynen yazılmasından oluşmamalı, bölümler yazıdaki ağırlığına göre özette de olmalıdır.
-Özetin sonunda yazının ana fikri ve yardımcı fikri eğer gerekiyorsa verilebilir.
“YABAN ROMANININ ÖZETİ
Birinci Dünya Savaşı’ndan bir kolunu kaybetmiş olarak İstanbul’a dönen Yüzbaşı Celal, işgal altındaki şehrin manzarasına ve insanlarına tahammül edemez; burada boğulur gibi olur. Alabildiğine kötümser bir hava içinde- biraz nefes alabilmek için- Anadolu’ya sığınmaya karar verir. Gideceği yer olarak, emir eri Mehmet’in Haymana dolaylarındaki köyünü seçer.
Seçer ama genç adam burada da büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaşır; köy baştan başa yoksulluk, kirlilik, bakımsızlık, gerilik ve cahillik içindedir. Köylü ise kendisine çevrenin dilinde “yabancı” demek olan “yaban” sanını takarlar ve ilişkisi bulunan birkaç kişi dışında hemen hiç kimse onunla ilgilenmez, dostluk kurmaz. Çolak subayın ısrarla kendilerine yönelme çabasını boşa çıkarırlar.
İstiklal Savaşı, bin bir zorluk içinde, fakat tam bir destan niteliğinde devam etmektedir; ama köylüler bu savaşla da ilgili değillerdir. Yüzbaşı Celal, hiç olmazsa bu ulusal konuda onları uyarmak, heyecana getirmek isterse de bu da sonuç vermez.
Köylü; Salih ağa gibi mütegallibelerin, Şeyh Yusuf gibi tamamen câhil şeyhlerin elinde, pençesinde kıvranmakta fakat bunun farkında bile olamamaktadır.
Tek yakını olan emireri Mehmet yeniden askere alınınca Yüzbaşı Celal köyde büsbütün yalnız kalır. Bu arada Emine adlı saf, temiz bir köylü kızını sever, hatta onu ailesinden isterse de ailesi, hem yaban hem de çolak olan Celal’e kızlarını vermezler. Bu durum onun bunalımlarını daha da artırdı.
Bu sırada düşman ordusu köye yaklaştığı halde halkta hiçbir telaş ve heyecan görülmez. Aksine hemen herkes, rahatlarını bozup düşmanla savaşan Mustafa Kemal Paşa’ya düşmandır. Evet durum böyledir; çünkü yıllardır cahil bırakılan köylüde vatan, özgürlük kavramı yok olmuş, bunun yerine tam bir uyuşukluk gelmiştir. Köylü hükümeti, hükümet adamını hiç mi hiç sevmez; çünkü yüzyıllar boyu hükümet onlara ne hekim ne öğretmen yollamış, ama vergi için tahsildarları her zaman karşılarına dikmiş, asker lazım olunca gencecik çocuklarını alıp alıp götürmüştür.
Nihayet, düşman köye girer. Fakat ilk anda ortalarda hemen hemen hiç kimseyi bulamaz. Köylüler -akıllarınca savunmak için- yakınlardaki bir derenin içine saklanmışlardır. Düşman askerleri, bu savunmasız ve zavallı halkı ite kaka köy meydanına toplar. Büyük küçük herkese akla gelmez zulüm ve işkenceler yapar. Evlere girer, eşya adına ne bulursa yağmalar, birçoğunu öldürür. Sonra ortalığı yangına verir.
Meydanda kurbanlık koyun gibi toplanıp rasgele öldürülecek köylüler arasında Emine de bulunmaktadır. Yüzbaşı Celal, sevgisinden bir türlü kurtulamadığı bu genç kadını, o kargaşalık arasında kolundan çekip bir tarafa götürür. Burası oldukça kuytu yıkık bir duvar gibidir. Bir süre burada beklerler; fakat bulundukları bu yere de mermi yağmaya başlayınca daha ilerileri koşmaya çalışırlar. Ne var ki bu sırada ikisi de birer kurşun yarası yemiştir. Bir ağaç dibinde birbirlerinin yaralarını üstlerinden kopardıkları çamaşırlarla bağlarlar, biraz dinlenir, tekrar kaçmaya koyulurlar. Ancak, yarası ağır olan Emine’nin artık takati kalmamıştır. Yüzbaşı Celal, köye geldiğinden beri tuttuğu hatıra defterini bitkin kadının avuçları içine tutturup son bir güçle doğuya doğru yollanıp ufuklarda kaybolur…
Savaş bitmiş, düşman ülkeden kovulmuştur. Düşmanın yurtta yaptığı zulüm ve vahşilikleri inceleyen bir komisyon bu köye de gelir. Ortalığı gözden geçirirken taşlar ve kemikler arasında, Yüzbaşı Celal’in Emine’nin ellerine bıraktığı defterin yanmış parçalarını da bulurlar. Komisyon üyeleri, merak edip, köylülere bunun sahibinin kim olduğunu sorarlar. Ama köylü yine aynı kaygısızlık ve umursamazlık içindedir.
“Kim olduğunu ne bilelim. İşte yabanın biriydi” diye cevap verirler. (Şemseddin KUTLU- Geçmişten Günümüze Türk Romanları)
8- Not Alma
Herhangi bir yazıyı okurken, bir konuşmacıyı (konferans, panel, sempozyum, açık oturum vb. etkinliklerde) dinlerken, düşünürken, ders çalışırken veya bir iş yaparken konunun önemli noktalarını daha sonra hatırlamak üzere kaydetmeye not almak denir.
Not almanın birçok faydası vardır. Gerek öğrencilik hayatında, gerekse ilmi çalışmalarda tutulan notlar, konunun can alıcı noktalarının, önemli kısımlarının hatırlanıp, kullanılmasına katkıda bulunur. İlmi çalışmalarda notlar “fişlere” alınabilir.
Not alırken şunlara dikkat edilmelidir:
-Notlar rasgele tutulmamalı, okunan veya dinlenen konunun can alıcı noktaları tespit edilebilmelidir.
-Notlar ayrıntı içermemeli, konunun bütününün hatırlanmasını sağlayacak ana ve temel günleri not edilmelidir.
-Not sırasında kişi sadece kendisinin bilebileceği kısaltmalar kullanılabilir.
-Mümkün olduğu kadar, daha sonra okunup, takip edilebilecek bir dil ve üslupla notlar alınmalıdır.
-Notun nereden, ne zaman alındığı mutlaka belirtilmelidir.
9- Makale
Herhangi bir konuda bilgi vermek, bir düşünceyi açıklamak veya ispatlamak amacıyla yazılan fikir yazılarına makale denir.
Makalede esas unsur fikirdir. Bu nedenle çalakalem makale yazılmaz. Makale yazmak için ciddi bir ön hazırlık gerekir. Yazar konu ile ilgili araştırma yapmalı, konunun kaynaklarına ulaşabilmelidir.
Makalelerde amaç ele alınan konuda okuyucuyu inandırmak olduğundan yazının ciddî bir plan dâhilinde yazılması gerekir. Bir makalenin içerik (muhteva) planı şöyle olmalıdır:
Giriş bölümünde ele alınan konu, hiçbir ayrıntıya girmeden ortaya konulur. Makalenin giriş bölümü genellikle tek paragraftan oluşan kısa bir bölümdür.
Gelişme bölümünde ise konu bütün ayrıntısıyla ortaya konur. Konunun çeşitli yönleri her biri ayrı bir paragraf halinde işlenir. Bu bölümde, bilimsel gerçekler, özlü sözler, günlük hayatta karşılaşılan olaylar, konuyla ilgili bilim, sanat, siyaset adamlarının görüşleri makalede işlenen konuyu ispatlamak veya desteklemek üzere kullanılabilir. Makalenin konusuna ve amacına göre, 2–3 paragraftan veya onlarca paragraftan oluşabilir.
Makalenin sonuç bölümünde ise giriş ve gelişme bölümünde ortaya atılan ve bütün yönleriyle işlenen konu ile ilgili bir hükme varılır. Konu bir ana fikre bağlanarak sonlandırılır. Makalenin sonuç bölümü de kısa bir paragraftan oluşmalıdır.
Gazetelerin veya dergilerin ilk sayfalarında görülen makalelere “baş makale”, bu makaleleri yazanlara da “başyazar” denir.
MİLLİ EĞİTİMİMİZDE EĞİTİCİ VE ÖĞRETİCİ OLARAK İNSAN
Öğretmenlik mesleği her milletin hayatının değişik zamanlarında değişik önem ve fonksiyon kazanmıştır. Bizim tarihimizde de siyasi ve sosyal değişme çağlarında öğretmen zümresine özel bir önem verilmiştir. Bu yüzden, eğitici ve öğretici durumda bulunanların gerek yetiştirilmeleri, gerek kendilerine verilen sosyal mevki incelenirken cemiyetin genel gidişini daima göz önünde tutmamız gerekiyor.
Eğiticilik ve öğreticilik her zaman meslekten olmayı gerektirmez; bu açıdan öğretmenliği meslek edinenler asıl büyük öğretici- eğitici kitle içinde bir azlık teşkil ederler. Hepimizin birinci derecedeki eğitici ve öğreticileri anne ve babalarımızdır; öğretmen, hayatımızın ancak belli bir döneminde karşımıza çıkar. Öğrendiklerimizin pek çoğunu gayri resmi yollardan, yani doğrudan doğruya öğretici gaye taşımayan kaynaklardan almışızdır. Ve nihayet, insanlığın büyük öğreticileri vardır; bunlar sadece bir dershane kalabalığına değil bütün dünyaya hitap ederek hepimizin hayatına yön vermişlerdir.
Fakat bugün eğitici ve öğretici denilince bu işi meslek edinen ve bu maksatla yetiştirilmiş olan kimseleri anlıyoruz. Bunun başlıca sebebi, modern çağda eğitim ve öğretimin gitgide daha çok formel bir mahiyet kazanmasıdır. Geçmiş yüzyılların büyük ilim, sanat ve fikir adamları, idarecileri bugünkü gibi mektep sıralarından yetişmiş kimseler değildi. Bunlar birer ustanın yanında şahsi münasebetler içinde eğitimlerini tamamlıyorlardı; resmi mektebe gittikleri zaman da yine bir hocaya çırak oluyorlardı. Aslında bu tarz bir eğitim bütün diğerlerine göre en tesirli ve en verimlisi idi, fakat şimdi “modern” dediğimiz tipte bir ülkede böyle bir eğitimi tatbik etmek imkânı kalmamıştır. Özellikle modern ilmin gelişmesi sonunda teknik eğitim bile büyük ölçüde kitap bilginse ve formel tahsile ihtiyaç göstermektedir. Ayrıca modern cemiyetin yapısı çok sayıda insanın uzun süren bir tahsilden geçirilmesini mecburi kılmıştır. Böylece günümüzde öğretmensiz eğitim âdetâ düşünülemez bir hale gelmiş bulunuyor.
Sosyal değişmenin çok az olduğu dönemlerde öğretmenin esas görevi geleneği mümkün olduğu kadar noksansız bir şekilde muhafaza etmek ve onu yeni nesillere olduğu gibi aktarmak olmuştur. Bilgi devamlı oluşan bir şey değil, tamamlanmış bir kitap gibi telakki edilmiş, bu tamamlanmış bilgiyi en çok hafızasına yerleştiren kimse en iyi öğretmen sayılmıştır. Öğretmenin yaptığı iş standart eserleri takip etmek, bunları şerh ve izah etmektir. Bu türlü bir eğitim, çağın ilim ve bilgi anlayışının bir sonucudur. Nitekim bizde medrese öğreniminde esas olan, resmi doktrinin birer parçası haline gelmiş bulunan belli bir takım metinlerin okutulmasıydı. Gelenek o derece zihinlere yerleşmişti ki, bazen orijinal eserler yazmış bulunanlar bile bu eserlerini eskilerin şerhi mahiyetinde görüyorlardı.
Türkiye’de öğretmen meselesi ilk defa batılı veya modern tarzda öğretimin girişiyle ortaya çıkmıştır, çünkü o zamana kadar yürüyüp gelen din eğitimi ve öğretimi dışında yeni bir tahsil ve bu tahsili verecek yeni insanlar söz konusu oluyordu. Bu yüzden öğretmen yetiştirmenin başlangıcını, maarif ıslahı hareketlerinin başladığı zaman götürebiliriz. Medresenin dışında okullar çoğaldıkça bunlar için öğretmen bulmak da bir problem teşkil ediyordu. Fakat bu okullar uzun süre medrese alışkanlığının tam dışına çıkamamış ve tedrisat büyük ölçüde klasik dillere, tarih ve edebiyata dayandığı için, başka kaynaklardan yetişmiş kimseler buralarda öğretmen kadrosunu doldurmuşlardı. Bizde ilk öğretmen okulu olan Darülmuallim’in açılışı 1848 yılındadır. Öğretmen okullarının çoğalması ve gelişmesi ise 1868’den sonraki tarihlere rastlar. Bu gelişmenin en verimli çağı ise, maarifin bütün memleket sathına yayıldığı II. Abdülhamit devridir. O tarihlerde öğretmen okulları ülkenin en bilgili kimselerinin hoca olarak istihdam edildiği yerler olarak seçkin birer müessese haline gelmişti. Buralardan yetişen genç öğretmen zümresi kısa zamanda memleketin kaderine hâkim olan gruplar arasında önemli bir yer almıştır.
İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet rejimleri birer inkılâp rejimi olmak itibariyle ideolojik eğitime büyük önem vermiş, bunun için de öğretmen zümresini iktidarın temsilci ve imtiyazlı sınıfı haline getirmiştir. Modern tahsilin çok yeni bir şey olduğu ülkede öğretmenler rejimle birlikte yeni medeniyeti de temsil eden nüfuzlu, itibarlı kimselerdi. İttihat ve Terakki Fırkasının bütün memleket çapında yerleşmesinde başlıca faktörlerden biri de öğretmenlere dayanmak suretiyle her tarafta kökleşmesiydi. Nitekim Milli Mücadele için girişilen teşkilatlanma faaliyeti daha önce ittihatçılar tarafından temelleri atılan ve esas unsuru öğretmen olan taşra teşkilatına dayanmıştı.
Bizim her iki inkılâbımızın da ana teması milliyetçilikti. Milliyetçilik bir ülkedeki insanlar arasında milliyet esasına dayanan bir birlik ve dayanışma şuuru yaratmayı gaye edinir. Bunun için de, milliyeti teşkil eden kültür unsurları ile milletin milli kültür istikametinde bir öğrenimden geçirilmesi gerekir. İşte bu işi yapacak olan öğretmenlerdir. Öğretmenler sadece inkılâbın ideolojisini yaymakla kalmaz, aynı zamanda inkılâp rejiminin de sadık birer bekçisi olurlar. Ancak, milliyetçilik çeşitli yer ve zamanlarda değişik muhtevalar kazanan bir ideolojidir. İkinci Meşrutiyetin, ilk Cumhuriyetin ve nihayet demokrasi devrinin öğretmenlerinde milliyetçilik anlayışı birbirinden oldukça farklı olmuştur. Cumhuriyet devrinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öğretim tamamıyla devlet tekeli ve kontrolüne alınmış, böylece öğretmen zümresine devletin resmi ideolojisini vermek imkanı iyice artmıştı. İkinci Meşrutiyetle başlayan ve devam eden romantik bir idealizm, Cumhuriyetin ilk büyük değişme hamleleriyle büsbütün hızlandı ve Cumhuriyet öğretmeni yepyeni bir ülkenin ve milletin yapıcısı rolüyle ortaya çıktı.
Milliyetçilik bütün millet fertlerinin kısa zamanda okuma-yazma öğrenerek ortak kaynaklardan beslenmesini gerektiriyordu. Fakat bu arada işin içine başka bir fikir daha karışarak milli eğitim faaliyetlerinin özellikle ilk tahsil seviyesinde yoğunlaşmasını hızlandırdı. Bu fikir iktisaden geri kalmış pek çok ülkenin uzun zaman kapıldığı ve bazılarının hâlâ kurtulamadığı bir heyecandır: “Yaygın bir ilk tahsil kalkınma için şarttır. Bir memlekette herkes okuma-yazma bildiği takdirde cehâlet yenilmiş olacaktır.” Nitekim okuma-yazma kampanyalarının bir adı da “cehaletle mücadele” kampanyasıdır. İşte bu kalkınma manivelasının başında ilkokul öğretmeni bulunduğu için bizim eğitim sistemimiz çok uzun yıllar boyunca umumî tahsil seferberliğinin bir vasıtası olarak çalışmış, ilkokul öğretmeni yetiştirme fikri diğerlerinden öncelik almıştır. Bu fikrin âdeta tutku halini aldığı bir devirde “Köy Enstitüleri” denilen okulların açıldığını görüyoruz.
Köy Enstitüleri bizde eğitim, eğitim, öğretmen ve kalkınma anlayışı bakımından tipik olduğu için üzerinde kısaca da olsa durmamız gerekiyor. Zamanın iktidarı bu okullara pek büyük bir ümit bağlamıştı, çünkü buralardan yetişen çocukların köylere giderek inkılâbı sadece sözle değil, gerçek bir kalkınma ile kökleştirecekleri düşünülüyordu. Enstitü mezunu öğretmenler köylerde hem çocukları okutacaklar, hem köylüye çiftlik, hayvancılık, hatta yapı işlerinde hocalık ve rehberlik edeceklerdi. Bütün bunlar şehirlerdeki ortaokullar seviyesinde verilen bir tahsille sağlanmış olacaktı. Başka bir deyişle, Köy Enstitüsü mezunu şimdi her biri en az lise çapında meslek okullarında yetişmiş teknisyenlerle yaptırdığımız işleri tek başına bilecek ve uygulayacaktı. Sonucun tam mânâsıyla bir fiyasko olduğunu hepimiz biliyoruz. Enstitü mezunları örnek çiftçilik göstermeleri için kendilerine tahsis edilen tarlaları bile kullanamamış, onların yerine köylü bu toprağı işlemişti.
Orta ve yüksek tahsil seviyesinde öğretmen yetiştirme fikri geri plana atılmış olmakla birlikte, bu müesseselere öğretmen veren okulların oldukça eski ve sağlam geleneklere sahip oluşu yüzünden, Türkiye’de özellikle orta öğretim uzun yıllar kaliteli öğretmen sıkıntısı çekmedi. Ortaokul ve lise sayısı oldukça azdı, bunlara öğretmen yetiştiren okullar ise memleketin o zaman için kalburüstü personeli ile teçhiz edilmişti. Bugün geriye doğru baktığımızda, o günlerin orta ve lise öğretmenlerinde şimdi pek nadir rastlanan bir bilgi ve şahsiyet bütünlüğünün mevcut olduğunu pekiyi hatırlarız.
Türkiye’de okullaşmanın büyük bir hız kazandığı demokrasi döneminde bir yandan mevcut öğretmen okullarının kapasitesi artırılmış, bir yandan yenileri açılarak artan öğretmen ihtiyacı karşılanmaya çalışılmıştır. Fakat öğrenci sayısındaki artış ile öğretmen sayısındaki artış aynı nispetlere göre olmadığından, ortaya çıkan dengesizlik şu iki neticeye yol açarak eğitimi büyük bir çıkmaza sokmuştur: Öğretmen okulları mezunlarının kalitesinin düşmesi ve öğretmen açığının kapatılması için meslekten olmayan kimselerin istihdam edilmeleri. Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı mânâsız bir kaprisle bu problemi büsbütün içinden çıkılmaz hale getirmiş, kendi okullarından yetişenlere öncelik tanıma gayretiyle üniversite mezunu öğretmenlere uzun yıllar vazife vermemiştir. Öğretmenlik yapacakların pedogoji formasyonuna sahip olmaları ile ilgili son bir yönetmelik ise, üniversite mezunlarına öğretmenlik yolunu fiilen kapatmış bulunuyor.
Bugün öğretmen meselesi özellikle iki açıdan büyük bir dert halindedir ki, bunlardan biri iktisadi, diğeri bir zihniyet meselesi olarak karşımıza çıkıyor. İktisadi mesele öğretmenlik mesleğini itibarsız kılan ve öğretmeni karnını doyuramaz hale getiren bir büyük değişme ile ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin kalkınma hareketine geçmediği bir devirde devletten maaş alanlar oldukça refah içinde yaşayan bir zümre teşkil ediyorlardı ve öğretmenler de bunlar arasındaydı. Ancak sabit gelirlilerin ağırlaşan hayat şartlarıyla baş edemediği iktisadi değişme çağında öğretmenler gitgide sefilleşen memur kitlesinin başında yer almışlardı. Bu sefalet öğretmenlik mesleğini cazip olmaktan çıkardığı için, genellikle başka mesleklere ait tahsile imkân bulamayanların oraya dolmalarına yol açmaktadır. Diğer taraftan, mesleğe karşı hiçbir heves bırakmayan yoksulluk, öğretmenlerde ancak isyankâr duyguları geliştirmiştir ki, bu hal Türkiye’de öğretmenlerle birlikte okumuş kitlede rastlanan genel manzaranın bir numunesidir. Cemiyetin kıymet sisteminde tahsil ve öğretmenlik çok yüksek bir yer işgal ederken, fiilen yaşanan hayatta bunların hiçbir değer ifade etmeyişi elbette bir takım istenmeyen neticeler doğuracaktı. Kaldı ki, kendi haline isyan edecek kadar tahsil görmüş olan, fakat bu hali layıkıyla yorumlayacak derecede bilgisi bulunmayan insanlar sadece yıkıcı tepkiler gösterebilirdi. İşte Türkiye’yi baştanbaşa kaplamış olan anarşi ve terör atmosferine öğretmen zümresinden hayli insanın çeşitli derecelerde karışmış olmalarının başlıca sebebi budur.
İkinci mesele zihniyetle, yani Türkiye’yi idare eden elitlerin eğitim ve kalkınma anlayışlarıyla ilgilidir ve birinciden daha önemlidir. Bütün problem, Türkiye’nin kalkınmasında neye ve kimlere öncelik verileceği noktasındaki anlayış farkından kaynaklanmaktadır. Türkiye az gelişmiş bir ülkedir; dolayısıyla elindeki kaynaklar sınırlıdır ve sınırlı kaynakları en verimli yerlere yatırabilmek için bir tercih sıralaması yapmak zorundadır. Bu tercih şimdiye kadar hep umumî tahsil lehinde yapılmış, yani herkesin ilkokuldan geçmesi ve okur-yazar oranının yüzde yüze çıkarılmasıyla ülkenin kalkınacağı zannedilmiştir. Bu düşünce öğrenciye öncelik verilmesini, öğretmen meselesinin geri planda bırakılmasını gerektirir. Hedef edinilen eğitimi verebilmek için iyi yetişmiş insan gücüne ihtiyaç yoktur. Fakat ilk eğitim bu anlayış sahiplerinin düşünmediği kadar önemli bir iştir ve bu önemi dolayısıyla bütün ileri ülkelerde ilkokullara öğretmen yetiştiren okullarda üniversite dengi bir eğitim yapılır. Şunu hemen belirtelim ki, ilkokul öğretmeninin üniversite tahsili görmesi, ilkokul çocuğuna yüksek seviyede bilgiler verilmesi için değildir. Tersine, ortada öğretimden çok burada bir eğitim meselesi vardır ve eğitim meselesi vardır ve eğitim bilgi aktarmaktan çok daha önemli, daha zor bir iştir.
Bizde en az anlaşılan ve önem verilen öğretmen, orta tahsil öğretmeni olmuştur. Bütün kalkınmış ülkelerde orta öğretimin iki gayesi ve iki sahası vardır. Birincisi meslek eğitimi vermek ve doğrudan doğruya hayata atılacak insanları yetiştirmek, ikincisi ise yüksek tahsile öğrenci hazırlamak. Mesleki eğitimi teknik bilgi ve maharetler gerektirdiği için, bunlar öğretecek olanların iyi birer teknisyen olmaları çok defa yeterlidir. Fakat yegâne gayesi yüksek tahsile öğrenci hazırlamak olan liselerde öğretmenlik yapanlar yüksek tahsilin mahiyetini ve problemlerini iyi bilen insanlar olarak yetişmek zorundadırlar. Tabir caizse, bunlar liselerde çalışan üniversite hocaları gibidirler. Türkiye’de yakın zamanlara kadar orta tahsilin bu fonksiyonları hiç gözetilmemiş ve ortaokul mezunluğu, lise mezunluğu gibi başlı başına tahsil kademeleri ortaya çıkmıştır.
Orta öğretime öğretmen yetiştiren müesseseler eskiden ortaokul öğretmeni ve lise öğretmeni yetiştirenler diye ikiye ayrılıyor ve lise öğretmenleri üniversiteden, ortaokul öğretmenleri orta öğretmen okullarından yetişiyordu. Uzun zamandır bu ayrım ortadan kalkmış ve lise öğretmenleri çoğunlukla eğitim enstitülerinden alınır olmuş, şimdi ise üniversite çıkışlı öğretmenlerin Milli Eğitim Bakanlığına ait okullarda çalışma imkânı tamamen kaldırılmış bulunuyor. Türkiye’de batılı ülkelerin standartlarına göre üniversite tahsilinin bile arzu edilen seviyenin çok altında bulunduğu göz önünde tutulursa, eğitim enstitülerinin üniversite hazırlığı için öğretmenlik yapacak kimseleri yetiştirmekte ne önemli güçlüklerle karşı karşıya olduğu tahmin edilebilir.
Şu halde Türkiye’deki maarif sistemi öğretmeni hem maddi imkanlardan hem gerekli ölçüde bilgi ve görgüden mahrum bırakarak onu iki türlü yoksulluğa itmektedir. Hele son yıllarda bir siyasi iktidarın ideolojik maksatlarla binlerce kişiyi üç ay içinde “hızla” öğretmen yapıp lise ve ortaokullara göndermesi mevcut derdi tam bir felâket haline döndürmüştür.
Hangi seviyede olursa olsun, öğretimin niteliğine baktığımız zaman eskiye nispetle hiç de yol almadığımız söylenemez. Medresenin asıl kusuru yaratıcı bilgiye kapalı kalması, kitabı veya hocayı değişmez otorite diye kabul etmesiydi. Bugün öğretmenlerimizin, kendi yetişmelerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, aynı kısırlık içinde bulunduklarını görüyoruz. Bu kısırlık daha işin başında bir metot hatasından doğuyor. Öğretmenin vazifesi öğrencideki kabiliyeti ortaya çıkarmak ve onun işlenmesine yardımcı olmaktır. Bunu yapabilmek için öğretmenin kabiliyetli ve yaratıcı olması şarttır. Öğretmen yetiştirilirken belli bilgileri öğrenip aktaracak adamlar yetiştirilmesi hedef alınınca, yaratıcı kabiliyetler büyük ölçüde öldürülüyor demektir. Öğretmen kendinde olmayan bir şeyi başkasına veremez. Eğer o kendi tahsili içinde bilgiyi şahsen araştırıp ortaya çıkarmanın ne demek olduğunu öğrenmemişse, öğrenci karşısında sadece spikerlik hizmeti yapar; nitekim spikerler başkasının hazırladığı metni kalabalığa aktarmaktan başka iş yapmazlar.
Öğretmenin bu fonksiyonuna hiç dikkat edilmemesi yüzünden, meslek içi eğitim de tamamıyla ihmal edilmiştir. Bir öğretmen okulu bitirip mesleğe atıldıktan sonra kendi konusunda meydana gelen değişmeleri ve yenilikleri hiçbir suretle takip etmez, ederse de bu onun şahsi ve ferdi gayretine bağlı bir iştir. Özellikle insanı yetiştirecek uyarımların çok az olduğu taşra kasabalarında öğretmenlerin hayatı okuldaki ders rutininin dışında şehir kulübünün oyun masalarında geçmektedir… Onu yeni kalmaya ve başkalarını da hep uyanık ve taze tutmaya yarayacak ne bir teşvik ne de kontrol mekanizması mevcuttur.
Öğretmen eğitim sisteminin bir parçası olduğuna göre, ancak sistemin bütünü içinde bir yeri ve yönü vardır. Öğretmeni değerlendirirken, onun bağlı bulunduğu sisteme ait standartları ve değerleri göz önünde tutmak zorundayız. Bu açıdan bakıldığında, acaba Türkiye’de milli eğitimin temel prensipleri ve hedefleri nelerdir? Bizim ülkemizde öğretmenin çocuklarına neleri, hangi önem sırasına göre vermesi beklenmektedir? Nasıl bir insan tipinin veya tiplerinin yetişmesini istiyoruz? Bu insan tipi bizim hangi hedeflere ulaşmamızda yardımcı olacaktır?
Bu sorulara açıkça bir cevap verebileceğimizi söyleyemeyiz. Eski eğitimin belli değerleri vardı, çünkü o eğitim kıymet sistemi bakımından istikrarlı bir cemiyeti temsil ediyordu. Türkiye, yıllardan beri devamlı bir değişme halindedir; klasik değerlerden vazgeçilmiş, fakat yeni cemiyetin hangi esaslara dayanacağı bir türlü belli olmamıştır. Meselâ medrese eğitimi terkedilmiş, fakat o eğitimin sadece muhtevası ve dayandığı otoriteler değişmiştir. İlim dendiği zaman bundan ya skolâstik bilgiyi ya da geçen yüzyıldaki pozitivistlerin bilgi anlayışını anlıyoruz; öğretilen şeylerin doğruluk ölçüsü ise dayanılan otoritelerin itibar derecelerine bağlı bulunuyor. Bu çağdışı bilgi ve hakikat anlayışı, gerek öğretmen gerek öğrenci kitlesinde dogmatik düşüncenin modern örnekleri olan bir takım doktrinlerin kolayca yerleşmesine yol açmıştır. Hür düşünce denilince, bir düşüncenin esareti adına öbürüne isyan etmek anlaşılmaktadır. Diğer taraftan, eğitimde kabiliyetlerin mi ortaya çıkarılacağı, yoksa eşitliğin mutlak bir değer olarak mı kabul edileceği belli değildir. Fakat muhakkak ki burada en tartışmalı konu “milli eğitim” kavramının ifade ettiği değerlerin neler olduğudur. Bu tabir kullanıldığına göre, Türk milleti için düşünülen bir eğitim söz konusudur. Acaba Türk milletine verilen eğitimle onun milli değerlerini mi geliştireceğiz, yoksa ona yeni değer sistemi mi aşılayacağız, yoksa her ikisinin bir karışımını mı düşünüyoruz. Bu noktaların açıklığa kavuşmaması yüzünden milli eğitimin sık sık hükümet politikalarına göre yön değiştirdiğine şahit oluyoruz. Bu kargaşalık içinde Türk tarihinin milli eğitime zararlı olduğunu düşünerek bütün okullardan Türk büyüklerinin resimlerini ve Türk tarihine ait levhaları kaldıran bakanlar bile görülmüştür.
Bir ülkede milli eğitimin esasları bir devlet politikası halinde tespit edilmedikçe, öğretmen karanlık orman içinde yol bulmaya çalışan bir insan olmaktan kurtulamayacaktır. (Prof. Dr. Erol GÜNGÖR)
11- Fıkra
Fıkra kelimesi günümüzde iki anlamda kullanılmaktadır. Birincisi genellikle tanınmış bir insan, bir hayvan veya başka şeyler hakkında anlatılan bir ders, öğüt vermeyi amaçlayan kısa nükteli hikâyeciklerdir. Eskiden bu küçük hikâyeciklere “kıssa” denirdi. “Kıssadan hisse kapmak” deyiminde de bu türe atıf vardır.
Fıkra kelimesinin burada işleyeceğimiz ikinci anlamı ise günlük olayları veya toplumu ilgilendiren bir konu hakkında bir yazarın özel görüş ve düşüncelerini anlattığı ciddî veya nükteli yazılara denir.
Fıkralar gazete ve dergilerde yayınlanırlar. Makaleye göre daha kolay yazılabildiği için gazeteciler ve yazarlar tarafından sıklıkla tercih edilen bir anlatım türüdür.
Bazen fıkra ile makale karıştırılmaktadır. O yüzden burada fıkra ile makale arasındaki temel farkları da belirtmekte yarar görüyoruz:
-Makalede konu hakkında okuyucuyu inandırma zorunluluğu varken fıkrada bu zorunluluk yoktur.
-Makale yazarı konu ile ilgili görüşlerini ispatlayabilmek için ciddi bir araştırma, ön hazırlık döneminden geçmek mecburiyetindedir. Fıkrada ise buna gerek yoktur. Fıkrada her türlü örneğe ve kişisel görüşe yer verilebilir.
-Makaleler fikir yazısı oldukları için üslûp ciddi ve ağırbaşlı olur. Hâlbuki fıkralarda üslûp daha samimidir. Makalelerde tercih edilmeyen devrik cümleler fıkralarda rahatlıkla kullanılabilir. Fıkra yazarı okuyucuyla konuşuyormuş gibi yazar.
-Makale yazarı toplumun genelini ilgilendiren konu ve düşünceleri ele alır. Fıkra yazarı ise daha basit günlük bir olayı veya güncel bir meseleyi yazısında kullanabilir.
-Makaleler fıkraya göre oldukça uzun yazılardır.
“Fıkra örneği:
Yavuz Selim Han ki, saltanatının her gününde ve sanki elli yaşında öleceğini bilirmiş gibi, o sekiz senelik fırtınalı hayatı boyunca, dünyanın kendisine dar geleceğinden şekvacıdır, o halde elbette haremde kalacak günü bile sayılı olmak gerekir. Tek bir oğlu var… Daha sonra Muhteşem veya Kanuni diye anılacak olan Süleyman… Hep ordusunun ve hep Anadolu ve Rumeli birliğinin peşinde.
Peki, ama bu alabildiğine erkek görünümlü cihan hükümdarının kulağındaki küpe ne ola? Yavuz ki, oğlu şehzade Süleyman’ın giyim kuşam ve şıklığa düşkünlüğünden şikâyetçidir… Yavuz ki, devlet hazinesinin üzerindeki titizliğini, bugün Topkapı Müzesi’nde hazine dairesinin her akşam kilitlenişinde yaşanan ve daha hâlâ dile gelen emirlere zincirlemiştir. Öyleyse, halk tarafından süs eşyası olarak bilinen küpenin devletten başka meşgalesi olmayan bu hükümdarın kulağında işi ne?
Bu suali sormamızın sebebini az sonra söylemek isteriz.
468 yıl geçmiş aradan… 1514 yılında, Osmanlı, Anadolu Yarımadası’nda yeni yeni birliğini perçinliyor. Yavuz’un emeli, Anadolu hâkimiyetini sağlamak için, doğusundaki İran devletini, daha doğuya itip bir noktada durdurmak. Ne var ki, o İran tahtında bir başka büyük Türk var: İsmail Safevi. Su katılmamış Türk. Onun niyeti bir başka. Kendisi Şii… İster ki, kendi hâkimiyetini Batı Anadolu’ya kadar uzatsın. Sonra Mısır’a ve bütün Arap Yarımadası’na hâkim olsun. Mezhep farklılığı vesile. Gaye siyasî… İran’daki Türk hanedanının başı da bir İslam âlemi hâkimiyetinin peşinde. Bugün İran’da, inanışını fütuhat ihtirasına boş yere yelken yapmak isteyen Humeyni gibi… Ne var ki, İsmail Safevi devletleri dize getirmiş, tahtlar yıkıp üzerinde hak sahibi olmuş bir büyük hükümdar. Yavuz Doğu Anadolu’da birlik istiyor. Safevî Şahı, Batı Anadolu rüyasını soluklanmada. Ve savaş mukadder hâle gelir. Çaresi yok vuruşacaklardır.
İsmail Safevî ile Yavuz’un orduları baştan aşağı Türk çocuklarından kurulu. Yabancılar pek az. Şah İsmail’inkiler Alevî… Osmanlı ordusu da Hacı Bektaş-ı Velî gibi ulular ulusu bir ermişin, mânevî evlatları. Hemen hemen yüzde doksanı Bektaşî, yani Alevî…
Yalnız Yavuz’un iki sıkıntısı var. Birisi, doğuya yürüdükçe İsmail Safevî’nin geri çekilip savaşı kabul etmemesi. Yeniçeriler, boşuna zaman kaybından şikâyetçi. Öyle ki bir gece Yavuz’un çadırına bile kurşun sıkarlar.
İkinci sıkıntı bir başka… Hem İsmail Safevî hem Yavuz, devrinin büyük şairlerinden. Ne var ki Türk devleti hükümdarının sadece Acemce yazmasına karşılık, İran devletinin başı İsmail Safevî, imrenilecek güzellikte ve bugün anlaşılacak mükemmellikte bir Türkçe ile yazıyor. Yavuz Selim, ordusunun kendisine karşı çıkması kadar, karşısındaki Şah İsmail’in dudaklarından serpilen Türkçe beyitlerini kendi mezheplerinden olan Osmanlı askerini alevlemesinden de şüpheli. İşte o zaman, bu küpe meydana çıkar ve Yavuz’un kulağında görülür.
Yeşim taşı, Türk kavimlerinin bir Asya inancı. Bereketin işareti. Efsanelerin anlattığına göre, Çinli prensesin vuslatı uğruna, o koskoca “yeşim taşı” çekik gözlülere devredildikten sonra başlayan uğursuzluk ve kuraklık neticesinde, Türk boyları batıya doğru yola çıkmışlar. Önce Horasan’a kadar gelinmiş. Oradan yola çıkan Hacı Bektaş-ı Velî, Horasan erlerinin en ulusu olarak, bugün Hacı Bektaş denen Suluca Karahöyük’e konak vermiş. Sembolü, boynundaki yeşim taşıdır. Hiç değilse, Asya’daki bereketin bir parçasını getirmişiz Anadolu’ya. Yeşim taşı ise Bektaşî ve Alevîlerin kutsal taşı olmuş zamanla. Yavuz, yukarıda anlattığımız ikili korkusunu yenebilmek için kendi mezhep inanışından olmayan askerlerine, mezhep farklılığının bir mânâ ifade etmediğini anlatmak maksadıyla kulağına takmış o küpeyi…
İlhan BARDAKÇI”
11-Sohbet (Söyleşi)
Yazarın herhangi bir konu üzerinde okuyucuyla konuyormuş gibi samimi bir üslûpla yazdıkları kısa gazete ve dergi yazılarına sohbet denir.
Sohbetin en belirgin özelliği samimi ve sıcak anlatımıdır. Sohbet her konuda yazılabilir. Çoğunlukla toplumun geniş bir kesimini ilgilendiren güncel konular veya meseleler sohbetin konusudur.
Sohbetlerde de makalede uygulanan içerik planı uygulanır. Ancak sohbet yazıları, okuyucuyu sıkmamak için kısa kesilir.
Sohbetlerde karşılıklı konuşma havasının yakalanabilmesi için dil ve üslûba dikkat edilmelidir. Dil, konuşma diline yakın, akıcı ve açık olmalıdır. Sohbetlerde, konuyu renklendirecek nükteli sözlerden veya özlü sözlerden, atasözlerinden örnekler verilebilir. Sohbetlerde aşırıya kaçmamak şartıyla devrik cümleler de kullanılabilir.
“Sohbet örneği:
ÜMİT DÜNYASI
Gün olur insan sağlığını kaybedebilir. Sağlığı kaybetmek ehemmiyetsiz bir şey olmamakla beraber bazen tedbirsizlikler yüzünden, bazen de bütün tedbirlerimize rağmen sağlığımızı da kaybettiğimiz oluyor. Ama onu da elde etmemiz mümkündür. Yeter ki bir şeyimizi, ümidimizi kaybetmemiş olalım.
İşte dünyada, bu fâni dünyada misafir olarak kaldığımız sürece kaybetmememiz gereken, hep saklamamız, ruhumuzun bir köşesinde kendisine ufacık bile olsa her zaman bir yer ayırmamız gereken tek şey bu ümittir. İnsanoğlunun kaybettiği birçok şeyli, bu arada parayı, mevkiyi, sağlığı ancak ümidini kaybetmemiş ise yeniden bulabilir. Onu kaybetti mi paranın da, mevkinin de, sağlığın da yerine gelmesine imkân yoktur. Hatta –daha ileri giderek söylemekte bir sakınca görmüyorum - Ümidini kaybeden insanın artık hayatta kalmasının pek değerli bir manası yoktur.
Zaten ümidi olmayan insan onu bile kolay kolay koruyamaz.
Şevket Rado”
12- Deneme
Herhangi bir konu üzerinde, yazarın kesin yargılara varmadan, kendine özgü görüş ve düşüncelerini açıkladığı fikir yazılarına “deneme” denir.
Deneme adından da anlaşılacağı gibi ele alınan konu ile ilgili yapılan yazı denemesidir. Genellikle, sanat, bilim, edebiyat, kültür ve düşünce konularında yazılır.
Denemeyi makale, fıkra, sohbet, eleştiri gibi diğer yazılı türlerden ayıran temel özellikler şunlardır:
-Denemede duygu değil, düşünce esastır.
-Deneme bir araştırma ve inceleme sonucu ortaya çıkar. Konular fıkra ve sohbette olduğu gibi yüzeysel değil derinlemesine incelenir. Bu nedenle deneme yazarının derin bir birikime ve kültüre sahip olması gerekir.
-Denemelerde yazar kendisiyle, okuyucusuyla tartışır. İşlediği konuyla ilgili çeşitli düşünceleri, kendi görüş ve yorumunu da katarak ifade edebilir.
-Toplumu yakından ilgilendiren konulara yeni bir bakış açısı getirilmeye çalışılır.
-Denemelerin dili fıkra ve sohbetin dili gibi samimi ve senli benlidir.
Denemeler gazete ver dergilerde yazılabileceği gibi yazılı bir kitap halinde toplu olarak yayınlanmış denemeler de vardır.
Bu türün en önemli temsilcileri, Batı edebiyatında; Montaigne, Bacon, Andre Gide ve Alain, Bizde ise Nurullah Ataç, Suat Kemal Yetkin, Mehmet Kaplan ve İskender Pala.
“Deneme örneği:
SEVGİ NEYDİ?!..
Sevgilerinin üstünden baharlar ve kışlar geçenlere!
Hatırlayanınız var mı, sevgi neydi?
İlk sevgi sözcüğünü, ilk kıpırdanışını yüreğinin hatırlayanımız var mı? İlk hüznümüzün adını sevgi koyabiliyor muyuz şimdi geriye dönüp baktığımızda? Derunî coğrafyamızı kaplayan zifirî bulutların ve üzerimize örtülen maddeci felsefenin ağırlığına ne zaman başkaldırmıştı sevgilerimiz, hatırlayanınız var mı? Ne zaman sevgilerimiz paralarımızdan önce tartılırdı; ya ne zaman pazar eyledik sevgilerimizi, biliyor musunuz? En son ne zaman bir sevgiyi söylemiştik bir sevgiliye?!.. Her gün bir parçamızı daha tüketen teknoloji çağında sevgiye en son ne zaman yürekten bir merhaba demiştik, hatırlayanınız var mı? Hatırlıyor musunuz, sevgi neydi?
Üzüm henüz yaratılmamışken insanları sarhoş eden o muydu acep?!.. O muydu canından ve cihandan geçiren sahipkıranları?. Binyıllar ve binlerce yıllar boyunca pervaneyi ateşe düşüren, bülbülü şeydalandıran o muydu? Neydi sevgi?!..
Sevgi bir bakış, bir gülüş müydü bazen; bir akış, bir koşuş muydu?. Sevgi gönül kumaşında bir nakış mıydı?!..
Hatırlayan var mı sevgi neydi? Leyla’ların, Şirin’lerin, Aslı’ların nazı mıydı o; yoksa Mecnun’ların, Ferhat’ların, Kerem’lerin niyazı mı? Hangisinde belirmişti ilk kıvılcımı sevginin? Neydi sevgi?!..
Açıkken göz bebeğimize yerleşen de, göz yumduğumuzda gönlümüze sızan sevgi değil miydi bir vakitler? Bir dudağın kıpırdanışından yanağımıza akseden pembelikler, utanmalar sevgi değil miydi yoksa? En son ne zaman kızarmıştı yanağımız, hatırlayanınız var mı? Uykumuzu en son ne zaman terk etmiştik sevgiyi düşünmek adına? En son sevgi şiirini hangi gecede okumuştuk?
Sahi, neydi sevgi? Bir çuhayı ipek görebilmek miydi; toprağı amber niyetine koklamak mı? Sureti sirete, razı cevhere, bedeni ruhu köle eylemek miydi sevgi? Sevgi bir iyilik miydi, şefkatli bir cümlecik mi Neydi sevgi, dış mıydı, yoksa iç mi; zahir miydi yahut batın mı; kalıp mıydı, ya ki can mı? Var olmak mı, varlıktan geçmek mi? Dünyaya gülmeye mi gelmiştik, ağlamaya mı; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu? Sevgi neydi?!..
Unuttuk, acep neydi sevgi? Bir yetimin başını okşarken dimağımıza yerleşen tat mıydı o? Bir bebeğin süt kokulu tenindeki suç çiçeği miydi? Sabah evden çıkarken özlemeye başladığımız bir ses miydi? Hatırlayanınız var mı, sevgi neydi?
Sevgi bir sigara dumanında, bir tren düdüğünde, bir dalganın en son hışırtısında ve bir turnanın kanadında mı kalmıştı? Sevgi Medine’de, Semerkant’a, sevgi Bağdat’ta, Endülüs’te, ta caddelerde, sokaklarda, evlerde, kapıların tokmaklarında çınlar durur muydu eskiden? Ya neden şimdi Ayasofya’da pitoresk, Divanyolu’nda kaldırım taşı, Ankara’da ittifak, Yeşil Kubbe’de Mevlana, Erciyes’te kar, Fırat’ta bir içim su olup girmiyor dünyamıza? Neden nefesimiz daralıyor hummalı inatlarımız, kallavi benliklerimiz yüzünden? Neden gönül yuvalarımıza kuzgunlar pikeleniyor da nesillerimiz sersefil ve derbeder?!.. Sevginin koynunda büyüttüğümüz nazeninlere nazı enin ile mi unutturdular, semenderlerimiz ateşte niçin yanmaktalar? Soralım ta içimize; neydi sevgi?
Sevgi neydi sahi? Bir mektubun ilk satırı mıydı, bir telefondaki ilk ses mi? İnsanı mutlu eden o ilk satır mıydı defalarca okunan, yoksa ilk satır arayışları mı tekrar be tekrarlanan? Telefondaki bir ses insanın bir ömrünü doldursa mı sevgiydi gerçekten, yoksa yeni sesler duymaya hiç yetmeyecek ömürlerin arayışlarımı?
Sevgi bir acıydı herhalde, bir kederdi, kâh hüzünle, kâh mutlulukla hatırlanan. Belki de sabırdı sevgi, affetmekti, gelecek günler adına. Sevgi sınanmaktı adl-i ilahi’de ve sınavı geçmekti ercesine. Sevgi bir tevbeydi, nasup kisvesinde; bir dirilişti nefsi öldürerek. Sevgi bir iyi ad bırakmaktı fena yurdunda. Ömür geçer de ad kalır…
***
Sevgi: İki hece.
Sevgi, sevmek kelimesinden türetilen bütün öteki kelimelerin en güzeli.
Derin uykulara dalmadan önce ilk soru: Sevgilerinizi en son ne zaman hatırlamıştınız ve sevgiyi hak edenleri en son ne zaman?!..
Bir soru daha: Sevgileriniz yalan mıydı yoksa?!..
Ve son soru: Çorak vadilere yönelmişse sevgilerimiz, çevremizi kandırmıyorsa sulara, içimizden akan Nil olsa ne?!..
Kitâb-ı Aşk – İSKENDER PALA”
13-Eleştiri (Tenkit)
Herhangi bir sanat eseri veya sanatçı üzerinde olumlu veya olumsuz düşüncelerin ortaya konulduğu, bunların değerleri üzerinde görüş bildirdiği ve yargıya varıldığı yazılara eleştiri (tenkit) denir.
Kişinin kendini eleştirdiği yazılara “öz eleştiri-otokritik” adı verilir. Eleştiri yazarlara ise “eleştirmen”, “mündekid”, “eleştirici” vb. adları verilir.
Eleştiride amaç, eser veya yazarda görülen eksiklikleri ortaya koyup olumlu anlamda katkı sağlamaktır. Bu yüzden eleştirmek konusuna olumlu yaklaşmalı, kırıcı, yıkıcı eleştirilerden uzak durmalıdır. Eleştirmen, beğendiği veya beğenmediği bir konuyu kendisi yeniden yazmaz. Konunun iyi veya kötü yanlarını ortaya koyarak konu ile ilgili topluma kılavuzluk eder.
Eleştirmenin derin bir kültür sahibi olması gerekir. Eleştirilen bir kitapsa eserin ne zaman, hangi şartlar altında yazıldığı, yazarının dil ve üslûbunun ne olduğu, yazarının ruh hali dikkate alınmalı, buna göre yargılara varılmalıdır.
Eleştirilen bir sanatçı ise sanatçının eksik yönleriyle beraber, kendine özgü (orijinal) yönleri de belirtilerek sanatçının gelişimine katkı sağlanır.
Eleştiri yazısının içerik planı makalenin planı gibidir.
Giriş bölümünde eserin özü ortaya konulur. Eserde hangi sanat anlayışının hâkim olduğu, nerede, ne zaman, nasıl yazıldığı söylenerek benzerleriyle kıyaslanır.
Gelişme bölümünde eser hakkındaki olumlu veya olumsuz yargılar ve bu yargıların dayandığı sebepler ortaya konur. Her yargı ayrı bir paragrafta işlenir.
Sonuç bölümünde ise eser (veya yazar) hakkındaki yargı açık ve kesin ifadelerle belirtilir.
GERÇEK HAYALİ AŞTI
Mehmet Çınarlı, bugünkü şairler arasında aruzu, taklide düşmeden, başarıyla kullanan birkaç şairden biridir. Yeni şairlerden çoğu, belki kullanılması zor olduğu, belki hoşlarına gitmediği için, Türk şairlerinin bin yıldan beri binlerce güzel mısra söyledikleri bu vezni bırakmışlardır. Fakat Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve daha başka örnekler gösteriyor ki, aruzla ebedî şiirler söylemek mümkündür.
Yahya Kemal’den sonra aruzu kullananların en mühim meselesi, günlük dili ona uydurmak olmuştur. Bu bir sabır meselesidir. Yahya Kemal, mısralarını kolayca kapamamak için yıllarca beklemiştir. Çınarlı, kanaatime göre, biraz sabırsız olmakla beraber, yine de Türkçeyi billurlaştıran güzel mısralar söylemiştir.
Çınarlı’nın ele aldığı konular, umumiyetle şahsî hayat tecrübeleri, saadet anları, üzüntüleri, hayal kırıklıkları, isyanlarıdır. Onu, herhangi bir ideolojinin basmakalıp ifadesine düşmediğinden dolayı tebrik ederim. Yalnız hayat tecrübelerini işlerken, derinleştirmesini isterdim. Hayat tecrübeleri, derin bir hayat felsefesi haline gelmeyince sığ kalıyor. O zaman tek kurtuluş yolu orijinal hayaller yaratmaktır. Orijinal hayaller, bazen duygu ve düşünceye büyük bir derinlik ve ihtişam verir. Çınarlı, bazı mısralarında bu sınıra yaklaşmıştır. Kitaba başlığını veren “Gerçek Hayali Aştı” şiirindeki şu mısralar dil, ahenk, duygu ve hayal bakımından güzel örneklerdir.
Gerçek hayali aştı, ufuklar uzak değil.
En olmaz isteklere uzanmak yasak değil.
Uçuyor rüzgâr gibi altımdaki küheylan,
Ne kadar dizginlesem yavaşlayacak değil.
Bunlardan sonra gelen beyitlerde aynı ölçü, duygu ve hayal ahengini bulamadım.
Buzların soğuğu yok, alevler sıcak değil.
Mısrasında gerçek hayali değil, hayal gerçeği aşıyor. Ben mübalağanın bu türlüsünden hoşlanmıyorum.
Tabiatı bozmayan bir dekor içinde geliştirilen şiirler daha güzeldir. “Yağmur” ve “Yağmur Altında” başlıklı şiirlerde bunu gördüm. Çınarlı diğer şiirlerinde münferit olarak güzel beyitler söylemekle beraber, umumiyetle kafiyeye esir oluyor. Bu, bence bir zaaftır. Şair vezin gibi, kafiyelerin de esiri değil, efendisi olmalıdır. “Bu Yılbaşı” şiirinin üç beytine diyecek hiçbir şey yoktur. Fakat bunlardan sonra gelen iki beyit “doldurma” hissini veriyor.
“Yılbaşı Düşüncesi” benim zevkime göre kitabın en güzel parçasıdır. Burada çeşitli duygular ve gerçekler bir araya gelerek şiire, ötekilerde pek bulunmayan bir derinlik ve zenginlik veriyor. Şiirin bütününe uyan sonuncu beyitteki sembolik ifade, Yahya Kemal’in şiirleri ile aynı seviyede bir mükemmeliyete haiz. Bu güzellik, öyle sanıyorum ki, içinde yaşanılan gerçeğin sembol haline gelmesinden doğuyor.
Çınarlı, ideolojik bir düşünce ağına düşmeden, bazı sosyal durumlar karşısındaki duygularını da ifade ediyor. “Şikayet”, “Tedirginlik”, “Onlar” başlıklı şiirleri bu cinsten. Gizlenilmiş derin bir hiddeti ifade eden “Onlar” şiirini çok sevdim.
“Kuzey Kıyılarında”, “Uzakta Kaldı”, “Amasra’dan Mısralar”da şair, sevdiği ve içinde yaşadığı yerlere ait hatıra ve intibalarını anlatıyor. Bugünün büyük şairlerinde yaşayan şairleri, tabiatın varlığını umumiyetle hissetmiyorlar. Ancak tatilde uzakta bir yere gittikleri vakit, kendilerini aşan bir âlemle karşılaşıyorlar. Bu, onlar için adeta bir keşif oluyor.
Çınarlı, tatil aylarına has olan bu saadeti kuvvetle hissediyor. “Uzakta Kaldı” şiirinde bunun özlemi var.
Burada Çınarlı’nın bütün şiirlerini ayrı ayrı tahlil etmeye ve değerlendirmeye imkân yok. Onlar hakkındaki umumî görüşümü şöyle özetleyebilirim: Çınarlı aruzu ve dili büyük başarıyla kullanan bir şair. Dar olsa da kendine has bir dünyası var. Sade, çıplak mısralarıyla gerçeği veya sembolü bulduğu şiirlerinde, büyük ve gerçek şiire yaklaşıyor. Yalnız birçok şiirinde bütüne, kompozisyona fazla ehemmiyet vermiyor. “Yılbaşı Düşüncesi”nde olduğu gibi, varlığın çeşitli tabakalarına ait çeşitli unsurları birleştiren zengin muhtevalı şiirler yazdığı zaman sanatının en yüksek noktasına ulaşıyor.
Mehmet Kaplan”
14-İnceleme (Tahlil)
Bir sanat eserini, bir sanatçıyı veya bir makaleyi en ince ayrıntılarına kadar anlatan, tanıtan yazılara inceleme (tahlil) denir.
“Edebiyat, ilim, fen ve sanat kollarından biri ile ilgili tek ve belirli bir konu etrafında yazılan incelemelere ise “monografi” adı verilir.”[3]
Fıkra, makale, sohbet, deneme gibi fikir yazıları veya roman, hikâye, tiyatro gibi olay esaslı yazılarla ilgili inceleme yapılacağı zaman metin bütün boyutlarıyla kavranmalıdır. Bunun için metnin konusu, ana fikir ve yardımcı fikirleri, sanat anlayışı, dil ve anlatım özellikleri metinde tespit edilmeli, yazı bunlardan hareket edilerek geliştirilmelidir. Bunları yaparken, yazarı benzerlerinden ayıran orijinal yanlarıyla tanımak ve tanıtmak, yazarın özel duygu ve düşüncelerini yakalamak amaçlanır.
İnceleme türündeki eserler kişinin edebiyat zevkini güçlendirecek, bir eserin veya sanatçının nasıl değerlendirilmesi gerektiğini öğretir. Böylece özellikle okuma etkinliklerinde iyi-kötü eser, iyi-kötü yazar ayrımı yapılabilir.
Metin incelemeleri ülkemizde henüz yeni yapılan bir türdür. Metin incelemeleri Prof. Dr. Fuat Köprülü ile başlamıştır. Bunu takiben de Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Prof. Dr. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın bu türden eserleri ortaya çıkmıştır. Bunlardan Mehmet Kaplan’ın iki ciltlik “Şiir Tahlilleri” adlı kitabı sahasının en önemli ve kıymetli kaynak eseridir.
“Tahlil Örneği
BAYRAK
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay-yıldızın ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı…
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yeryüzünde yer beğen:
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!
ARİF NİHAT ASYA
BAYRAK
“Bayrak” şiiri milli bir sembol olan bayrağı yücelten bir şiirdir. Burada bayrak “sen” diye, kendisine hitap edilen ve sevilen bir varlık olarak tasavvur olunmuştur. Şiirde bayrak (sen) ile sıkı münasebette bulunan başka bir varlık vardır, o da şâirin kendisidir (ben). Şiir bütünü ile şâir ile bayrak (ben ile sen) arasındaki derin bağlılık duygusunu ifade etmektedir.
Bu iki varlık arasındaki bağ, şiirin temel unsurlarını teşkil eden ses, hayal, yapı ve mânâ tabakalarında kendisini gösteren çeşitli tezahürlere meydan vermektedir.
Umumiyetle mısra başlarında aralıklı olarak kullanılan “senin, sana, seni” beşinci parçada arka arkaya iki kere tekrarlanan “senin” kelimeleri, sadece mânâ bakımından değil, ses bakımından da mühimdir. Kulak, aynı kelimelerin kısa aralıklarla veya arka arkaya tekrarlanmasından doğan sesi kuvvetle hissetmektedir.
Şiire hitabet tonunu veren, bayrağa, “sen” diye hitap edilmesi ve sevgili bir varlığı temsil eden bu kelimenin sık sık tekrarlanmasıdır. Mısra başlarında “sen” kelimesinin ilk (s) sesine uyan “sabah, söyle” kelimeleri âdeta eski Türk şiirlerinde görülen mısra başı aliterasyonunu vücuda getirmektedir. “Sen” kelimesinin mısra başlarında tek başına duyulmasına karşılık, şiirin ikinci mühim unsurunu teşkil eden “ben”, mısra sonlarında çekimli fiillerin sonunda veya mülkiyet eki olarak gözükmektedir.: “Bayrağım, yazacağım, kazacağım, bozacağım, çiçeğim, doğdum, öleceğim, her şeyim, dikeyim”. Aralıklı olarak kullanılan bu kelimeler, tam veya yarım kafiye teşkil etmektedir.
Şiir boyunca, mısra sonlarında aralıklı olarak tekrarlanan bu benzer kelimelerin yanı sıra, kendi aralarında kafiye veya yarım kafiye teşkil eden başka kelimeler de vardır: Süsü, örtüsü, bakmayanın, kuşun, keder, ver, çıkar, yeter, götürdüğü gün, düşürdüğü gün, ısındık, sığındık v.b.
Bazı parçalarda, mısra içlerinde yan yana veya arka arkaya ses bakımından birbirine benzeyen kelimelerin tekrarı da şiirin musikisini artırmaktadır:
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
İşaret edilen örnekler gösteriyor ki Arif Nihat Asya, şiirinde ahenge büyük ehemmiyet vermiştir. Bilhassa hitabet şiirlerinde, hatta nesir parçalarında, ses ve kelime tekrarlarına sık sık rastlanılır. Bunun sebebi bu nevi eserlerin kalabalık karşısında yüksek sesle okunmasıdır. Şiir ve hitabet sanatlarında dil musikisi mânâ kadar önemlidir.
İleride de belirtileceği üzere “Bayrak” şiirinde hür, serbest bir hava vardır. Bu serbestlik, şiirin kafiye tarzına olduğu kadar, veznine de tesir etmiştir. Burada mısraların uzunlukları, hece sayıları, klasik şiirde olduğu gibi aynı ölçüde değildir. Birinci parçanın mısralarında hece sayısı şöyledir: 13.17.11.19. Bunlardan üçüncü mısra 4+4+3 lü koşma veznine uyuyor. Dördüncü mısraı teşkil eden iki cümle 9+10 hecelidir. Diğer parçalarda da mısraların hece sayıları değişiktir. Şiirde başarılı olarak kullanılan bu serbest vezin, bayrağın dalgalanışına ve şairin hareketli ruh haline uyuyor.
Şiire muhteva ve üslup bakımından bayrağın uyandırdığı hayaller ve çağrışımlar hâkimdir. Bayrak, şiir boyunca telkin ettiği duygu ve mânâyı belirten değişik şeylere benzetilmiştir. Bayrak “mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü”, “kız kardeşimin gelinliği”, “barışın güvercini”, “savaşın kartalı”, “yüksek yerlerde açan çiçek”tir.
Bu hayaller tesadüfî değil şiire hâkim olan “güzelleştirme” ve “yüceltme” duygularına bağlıdır. Şair hayallerini umumiyetle tabiattan almaktadır.
Bayrağın şairde uyandırdığı hayal ve çağrışımlardan doğan bu dağınık tabiat unsurları, şiirde tıpkı dil musikîsi gibi, duyguyu kuvvetlendiren bir fon teşkil etmektedir. Fakat bu unsurlar mânâ bakımından da mühim bir rol oynamakta, aslında sosyal bir sembol olan Bayrak ile kozmik âlem arasında bir münasebet kurmaktadır. Burada ay-yıldızlı Türk bayrağının bizzat kozmik bir mânâ taşımasının büyük ehemmiyeti vardır.
Türk bayrağının kızıl rengi ile ay ve yıldız, şairin muhayyilesine derin surette tesir etmiştir.
Birinci mısrada bayrak sadece “mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü”dür. Üçüncü parçanın son mısraında bayraktaki ay-yıldız dış âlemden ayrı, kendi kendine yeten bir dünya teşkil eder:
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay-yıldızın ışığı yeter.
Burada bir sembolün esas konusundan koparak nasıl dış âlemin yerine geçen mutlak bir kıymet haline geldiğini görüyoruz. Yüceltme duygusu şairi, tabiatı aşan bir mübalağaya götürmüştür. Dördüncü parçada da bayrak, dış âleme karşı, âdeta ona meydan okuyan ve insanı koruyan bir dünya teşkil eder:
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün
Gölgene sığındık.
Açık dil ile bu mısraların manası şudur:
İnsanlar sosyal inançları sayesinde her türlü cefaya katlanırlar. İman bizi dış âleme karşı korur. Bu, idealist bir hayat görüşünün ifadesidir. Bütün şiire bir destan havası, yiğitlik duygusu, meydan okuma hissi hâkimdir. İkinci parçada sosyal bir değeri kutsallaştırmanın insana verdiği yiğitlik ve meydan okuma duygusu ifade edilmiştir:
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Bu parçada, düşmanın üzerine atılmağa hazır bir ruh da hâkimdir. Üçüncü, dördüncü ve beşinci parçalarda “ sığınma” duygusu ön planda gelmektedir. Bayrak, vatanın, milli hâkimiyetin sembolüdür. İnsan ancak onun dalgalandığı yerde kendini emniyette hisseder.
Sonuncu parçada daha başka bir mana vardır. Şair, bayrağı, nereye dikilmek isterse, oraya dikeceğini söyler. Burada “korunma” ve “sığınma” duygusunun yerini, bütün engellere meydan okuma ve dünyaya hâkim olma arzusu almaktadır. Dördüncü parçada Türk tarihinin cihangirlik ile ilgile cephesine kısaca işaret edilmiştir: Karlı dağlar ve çöller. Tarihin teferruatını silen destan, insanları bin bir güçlükle karşılaştıran zaruretleri hiçe sayar. Bundan dolayı o, gerçeği değil, imanı ve özleyişi ifade eder. İmanın başlıca vasfı, kendi kendisi ile yetinerek, dışındaki gerçek ve zarureti hesaba katmamasıdır. İdealist felsefe ve destancı ruh dünyayı hiçe sayar. “Bayrak” şiirine böyle bir ruh ve zihniyet hâkimdir…
Mehmet KAPLAN
15-Anı (Hatıra)
İnsanların kendi başlarından geçen veya görüp şahit oldukları olayları edebi bir dille ifade ettikleri yazılara “anı” denir.
Anı türünden yazılar yazıldıkları devirlerin izlerini taşıdıkları için başta tarih ve edebiyat olmak üzere birçok sosyal bilim dalına kaynaklık ederler. Tanınmış; bilim, sanat, edebiyat ve siyaset adamlarının kaleme aldıkları anılar, hayatlarını, yaşadıkları devirleri, çalışma ve araştırma alışkanlıklarını anlattığından araştırmalarda başvurulan önemli kaynaklardandır.
Anı yazılırken şu hususlara dikkat edilmelidir:
-Anlatılanlar herkesin bildiği basit, gündelik şeyler değil, ilgi çekici şeyler olmalıdır.
-Anlatılanlar gelecek nesillere ders niteliğinde olmalıdır.
-Anılar taraf tutmadan, objektif yazılmalıdır.
-Anlatım, açık, sade, duru ve akıcı olmalıdır.
-Anlatılanlar abartılmadan gerçekçi bir üslûpla anlatılmalıdır.
“Örnek metin
MUSTAFA KEMAL İLE İLK KARŞILAŞMA
Erzurum’a gelişimin on dördüncü günü idi. Hemen hemen Erzurumlu olmuş, bütün muhit ile temaslarımı artırmış, kafamın içinde ne yapacağımı, ne gibi işlerle uğraşabileceğimi, tasarlamıştım. Kazım Karabekir Paşa ve Raif Hoca ile en az gün aşırı buluşuyor, hâdiseleri karşılıklı mütalaalarımızla inceliyor ve bazı kesin kararlar almak hususunda Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’a gelmesini bekliyorduk. Yine o gün Karabekir’le beraberdim. Emir subayının getirdiği bir telgrafı okuduktan sonra bana dönerek her vakitki zeki ve tatlı bakışları ile sanki daha önce müjdesini verircesine:
—Paşa geliyor. 3 Temmuzda burada…
Dedi. Hakikaten de, seyahat programında hiçbir aksama olmadı, 3 Temmuz 1335 günü Mustafa Kemal Paşa Erzurum’a geldi.
O sabah Kazım Karabekir Paşa, vali Münir Bey, Hoca Raif Efendi, “Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaai Hukuku Millîye Cemiyeti” idare heyetindeki arkadaşlar ve daha birçok zevat ile birlikte “Üçüncü ordu müfettişi ve fahrî yaver-i hazret-i şehriyarî Mustafa Kemal Paşa”yı karşılamak için Erzurum’un Ilıca mevkiine gittik. Paşa’yı beklerken arkadaşlar kendi aralarında konuşuyor ve çeşitli noktai nazarlar ileri sürüyorlardı. Benim de zihnimi iki istifham yormakta devam ediyordu:
A- “Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaai Hukuku Millîye Cemiyeti” karşısındaki halk hissiyat ve ilgisi.
B- Mustafa Kemal Paşa’nın şahsiyeti ve hâdiseler karşısındaki durumu.
Hoş bir tesadüf, zihnimi yoran hatta buran istifhamı çözmeye vesile oldu. Düşünceli düşünceli ve biraz da asabî adımlarla aşağı yukarı yürüyüp dururken, biraz ileride yaşlı bir zat birden gözüme ilişti ve dikkatimi çekti. Gayriihtiyarî yanına gittim. Yaşlı fakat dinç ve sıhhatli olan bu zat ile merhabalaştık. Ben kendimi tanıttım. O da tanış verdi.
—Mezararkalı Mevlûd Ağa.
Tatlı, hoş sohbet, dinamik bir ihtiyar. Köyden, davardan, ekinden, şundan bundan biraz konuştuktan sonra, sözü getirdim ve sordum:
-Mevlûd Ağa, şu Müdafaai Hukuku Millîye Cemiyeti’nin kuruluşuna ne dersin? Sanki millet de bu fikirde mi?
Ben, suallerimi genişlettikçe, Mevlûd Ağa da açıldı. Ve biran hürriyete kavuşmuş ve şahlanmış bir aslanın yelesini sallaya sallaya kükremesi gibi Mevlûd Ağa değişti, kükredi, gür, keskin, sert bir ses ve cidden azimli, iradeli bir tavırla:
—Sen ne diyorsun Beyim? Alimallah Ermenilere bir karış toprak bile vermeyiz. Çoluk çocuk bu uğurda can vermeğe, kanımızı dökmeğe hazırız. Zaten hepimizin kararı da bu. Ermenilerden bu harp içinde çok zulüm gördük. Yeter artık.
Dedi. Ve biraz uzakta Hoca Raif Efendi ile konuşan Kazım Karabekir Paşa’yı göstererek, kesti attı:
—Paşa bize bir kere arş desin. Bak gör o zaman neler olur neler.
Mevlûd Ağa’nın bu sözleri bana muhakkak ki büyük bir teminat oldu ve geniş bir iç huzuru sağladı.
Bununla beraber, Mustafa Kemal Paşa’nın iki saat kadar gecikmesinden faydalanarak oradaki bütün köylü ve şehirli vatandaşlar üzerinde de yine aynı sondajı yaptım ve hepsinden de aynı cevabı aldım. Millî temayül ve irade tek noktada tekâsüf etmişti: Düşmana hiçbir şey vermemek ve düşmanı memleketin her noktasından atmak.
Görüştüğüm bütün Erzurumlular aynı fikir, aynı azim, aynı karar ve milli iradeyi bir his, görüş, şuur ve millî müdafaa bütünlüğü halinde belirtirlerken, Mustafa Kemal Paşa’yı da, o anda benden çok daha iyi tanıdıklarına şüphe yoktu.
Türk çocuğunu asker doğup, asker ölmesi millî gelenek olduğuna göre, çoğu yeni terhis edilmiş, harpten çıkmış erler olan köylüler Mustafa Kemal’in şahsiyetini bana ve birbirlerine şöyle ifade ediyorlardı:
—Yaman kumandandır. Sert muharebe eder. Üzerine atıldığı düşmanı kırmadan bırakmaz.
Bu teşhisi koyan ve hükmü sağlayanların çoğu “Bitlis” muharebelerinde ve “Çanakkale”de onunla beraber dövüşen veya dövüş şöhretini duyanlardı.
İşte, bu heyecan veren konuşma sahneleri arasındaydı ki:
-Geliyorlar.. geliyorlar..
Sesleri ve ihbarları birbirini takip etti ve nihayet otomobiller göründü.
Hemen yolun kenarına dizildik. Kazım Karabekir Paşa ve ben yan yana bulunuyorduk. Otomobil tam önümüzde durdu. Mustafa Kemal Paşa, sanki uzun bir seyahatten değil de, kısa bir gezintiden geliyormuşçasına çalâk ve çevik otomobilinden indi. Bütün şuur ve vücudum âdeta bir çift göz olmuş ve Mustafa Kemal’e bağlanmıştı. Merak ve heyecanla bakıyordum.
Gür kaşlarının gölgelediği mavi gözlerinden sanki bir ziya huzmesi fışkırıyor, kendisine bakan gözleri eritiyor, ruha nüfuz ediyor, iradeleri çözüyor ve iradesine râmediyor gibiydi.
Genç, dik, adaleli vücudu her hareketinde dinamik, enerjik hüviyetini ifadelendiriyor ve mânâlandırıyordu. O zamanki ifadesi ile Liva elbisesi giyinmiş ve fahrî yaver-i Şehriyarî olduğundan bir de yaldızlı, pırıl pırıl yanan kordon ve altın bir imtiyaz madalyası ile göğsünü süslemişti.
İlk önce Kazım Karabekir Paşa ile kucaklaştı ve öpüştü. Sevgi, saygı ve samimiyet duygusu böyle bir millî felâket devresi içinde askerî resm-i tazimi ve selâmı hemen her iki tarafa da unutturmuş gibiydi.
Kazım Karabekir ilk müsafahayı takiben beni kendisine takdim etti:
—Mazhar Müfit Bey.
Mustafa Kemal Paşa, sanki birden ruhumu kavrayan, düşündüklerimi, söylemek istediklerimi benden önce derleyen ve bilen bir kuvvet ve iktidarla beni tamamıyla tesirine bağlayarak:
—Sizi burada çok beklettim Beyefendi,
Diyerek elimi kuvvetle sıktı ve devam etti:
—Yollar muntazam değil, kolay gelinmiyor. Bununla beraber Erzurum’da kalışınız iyi oldu. İstanbul’a gitmiş olsaydınız sizi tevkif edeceklerdi. Anadolu’da hep beraber çalışacağız. Değerli ve münevver arkadaşlara ihtiyacımız ve görülecek çok işimiz var. Vatan hepimizden ayrı ayrı hizmet bekliyor.
Paşa sözünü bitirir bitirmez:
—Paşam, çalışmak için hazırım,
Diyerek ilave ettim:
—Emirlerinizi aldım ve bekledim. Tevkif edileceğimi de biliyorum. Fakat esasen İstanbul’a gidecek değildim. Vaziyeti öğrenmek, temaslar yapmak için Erzurum’a gelmiştim. Hal ve şartlara göre ya burada kalacak yahut ta Azerbaycan’a geçecektim. Amma şimdi mesele kalmıyor; emrinizde ve hizmetinizdeyim.
Memnun oldu. O, sıra ile kendisini karşılamağa gelmiş bulunanların birer birer ellerini sıkmağa ve hatırlarını sormağa devam ederken ben de kendisinin refakatinde gelmiş bulunanlara takdim ediliyordum. İlkönce: Hamidiye Kahramanı, sonra da Bahriye Nazırı diye şöhretini ve şahsiyetini bildiğim Hüseyin Rauf (Eski Başbakan ve Londra Büyükelçisi) Bey’e tanıtıldım. Rauf Bey’le de ilk defa tanışıyor ve görüşüyordum.
Müteakiben sıra ile Müfettişlik Erkânıharb Reisi Miralay Kazım (General Kazım Dirik), Doktor Binbaşı Refik (merhum Başbakan Refik Saydam) ile kucaklaştık ve öpüştük; eski İzmit mutasarrıfı Süreyya Bey (Süreyya Yiğit, Kocaeli Milletvekili) ile de tanıştık.
Karşılama ve tanışma safhası bittikten sonra Kazım Karabekir:
—Paşam müsaade buyurursanız birer çay içelim…
Teklifinde bulundu ve hep beraber yine Paşa tarafından Ilıca’da hazırlattırılmış olan çadırlara gittik.
Paşa Erzurum, Doğu şimal bölgelerimiz hakkında umumî şekilde Kazım Karabekir’den bazı izahat aldıktan ve çaylar içildikten sonra tekrar yola çıktık.
Mustafa Kemal Paşa, birinci otomobildeydi. Kazım Karabekir Paşa kendilerine refakat ediyorlardı. Hüseyin Rauf Bey ve ben de ikinci otomobildeydik.
Erzurum’un İstanbul kapısı muazzam bir kalabalıktan görünmez hale gelmişti. Bir bando ve ihtiram müfrezesi resm-i selâmı ifa etmek üzere vaziyet almıştı. Ve diyebilirim ki, mübalâğasız Erzurum’un bütün halkı da Mustafa Kemal’i bir millî sır ve şuurun sezişleri içinde karşılamağa dökülmüştü.
Burada otomobillerden inildi. Mustafa Kemal Paşa:
—Merhaba asker…
Diyerek askeri selâmladıktan sonra teftiş etti ve ahali ile kısa bir görüşme yaptı.
Kendisini ilk defa tanıdığım gibi ilk defa da dinliyordum. Hâl ve hareketleri gibi dinamik, gür, tannan bir sesi vardı. Kısa görüşmesini bitirirken:
—Vatanı tazyiki altında tutan felâket ve musibetleri behemehâl bertaraf edeceğiz,
Diyor ve sesi bu yolda en kesin ve vazıh bir iradenin taşışına sembollük ediyordu.
Bu sahne de geçtikten sonra, Paşa Erzurum’un düşmandan geriye alınışı sırasında İstanbul ve Harput kapılarında cereyan etmiş bulunan harekâta ilgi gösterdi ve Kazım Karabekir Paşa’dan izahat istedi.
“Şark fatihi” diye anılan doğu illerimizde büyük bir şöhret yapmış bulunan Kazım Karabekir:
—Emredersiniz Paşam.
Diyerek bu kapılardan nasıl taarruz edildiğini ve bilhassa İstanbul kapısı ve civarındaki siperlerde bulunan Ermeni kıtaları ile nasıl muharebeler yapıldığını kısaca izah etti ve mevkileri göstererek harpten yorulmuş Türk alaylarının nasıl dasitanî kahramanlıklar yarattığını tebarüz ettirdi.
Mustafa Kemal Paşa, bu izahatı, mütalâa zikretmeksizin büyük bir dikkatle dinledikten sonra Paşaya:
—Teşekkür ederim.
Dedi ve hepimize dönerek:
—Gidelim arkadaşlar…
Diyerek otomobiline atladı…
MAZHAR MÜFİT KANSU
16-Röportaj
Genellikle gazete ve dergilerde yayımlanan bir yazı türü olan röportaj, herhangi bir olay, kişi, yer veya kurumu tanıtmak için yazılan yazılardır.
Röportaj türü çoğu zaman mülakat (görüşme) türüyle karıştırılır. Röportajlarda röportajı yapan kişinin illa birisiyle görüşmesi gerekmez. Röportaj konusuyla ilgili kendi tespit ve görüşlerini yazabilir veya röportaj konusuyla ilgili birden çok kişiyle de görüşme yapabilir. Yine daha önceki bölümde yazılı anlatım türleri arasında tanıttığımız “haber”le de röportajı karıştırmamak gerekir. Haberle röportajın temel farkı haberler “objektif” bir bakışla okuyucuya aktarılırken, röportaj yazarın düşünce ve hayal dünyasından da beslendiği için renkli ve süslü bir üslûpla aktarılır.
17-Mülakat (görüşme)
Çoğu kez röportajla karıştırılan mülakat, toplumu ilgilendiren bir konuda toplumu aydınlatmak üzere o konunun uzmanlarıyla ve tanınmış, ünlü bir kişiyi çeşitli yönleriyle tanıtmak amacıyla o kişiyle yapılan görüşmelerin aktarıldığı yazılardır.
Mülakat yapacak kişi, önce görüşeceği kişiden uygun bir zaman ve mekân için randevu alır. Hangi konuyla mülakat yapacağıyla ilgili muhatabına ayrıntılı bilgi verir. Bazı görüşmelerde sorulacak soru önceden görüşülecek kişiyle paylaşılır.
Görüşme sırasında sade, anlaşılır sorular sorulmalı, lüzumsuz ayrıntılara girilmemelidir. Görüşme yazıya aktarılırken sorulan sorular ve alınan cevaplara sadık kalınmalı, herhangi bir değişiklik yapılmamalıdır.
18-Biyografi
Eskilerin “tercüme-i hâl” dedikleri biyografi, kişilerin, özellikle bilim, sanat, edebiyat alanlarında meşhur olan, insanlığa faydası dokunmuş insanların, hayatlarını anlatan yazılara denir. Kişilerin kendi hayat hikâyelerini anlattıkları yazılara ise “otobiyografi” denir.
İyi bir biyografide şu özellikler bulunmalıdır:
-Biyografiler açık, sade bir dille yazılmalıdır.
-Biyografilerde tarafsızlık esas olmalıdır. Anlatılanlar gerçek olmalı, söylentilerden uzak durulmalıdır.
-Biyografisi yazılan kişinin yaşadığı dönem, aile ve arkadaş çevresi, eserleri, sanat anlayışı ve yaptığı işlev üzerinde durulmalıdır.
-Anlatılanlar kronolojik bir sıraya konulmalı, okuyucunun takibi kolaylaştırılmalıdır.
Yukarıda sayılan özellikler “otobiyografi”de de aynen bulunmalıdır.
19-Öykü (Hikâye)
Yaşanmış veya yaşanması mümkün olan olayların anlatıldığı kısa yazılara öykü (hikâye) denir. Hikâyeler olay esaslı metinlerdir. Bu tür yazılarda amaç düşündürmekten çok, duygulandırmak ve heyecanlandırmaktır.
Hikâyenin planı, özellikleri konusunda “anlatım biçimleri” konusunda ayrıntılı bilgi verdiğimiz için burada yeniden tekrar etmeyeceğiz. Ancak iyi bir hikâyede olması gereken özellikleri şöyle sıralayabiliriz:
-Hikâyede olay tanıma uygun olarak gerçek hayattan alınmalı, gerçeğe uygun olmalıdır.
-Olaylar belli bir düzen içinde, birbirine karıştırılmadan anlatılmalıdır.
-Olayla ilgili canlı tasvirler ve portreler yapılmalıdır.
-Anlatım sade ve ilgi çekici, canlı olmalıdır. Mümkün olduğunca süse ve yapmacılığa kaçılmamalıdır.
-Hikâyede konu yazarın ağzından anlatılabileceği gibi kahramanın ağzından da anlatılabilir.
-Serim, düğüm ve çözüm bölümleri kurallara uygun bir şekilde düzenlenmeli bir başka deyişle içerik planına dikkat edilmelidir.
ÇİÇEĞİN EDEPSİZLİĞİ
Düğüne çağrılanlar arasında Nejat Bey de vardı. O gün halsiz olmasına rağmen gelmişti. Salonun en ıssız yerinde bir koltuğa oturdu. Tren kalkarken, istasyonda bir gürültü olur ya, düğün evindeki gürültü ondan da çoktu. Törenler ve eğlenceler bir tren tarifesi düzeniyle işliyordu. Bu gibi törenlerde söylenmesi gelenek olan tebrik ve kutlamalar yine tekrarlanıyordu.
Nejat’a içkiler sundular. İçkilerin adlarından mı şişelerden mi, yoksa kendilerinden mi, her nedense, Nejat:
—Artık burada ne işim var? diye davrandı.
Fakat halsizliğinden yine koltuğa yığıldı. Çevresine yorgun yorgun baktı. Gelinin başında, portakal çiçeklerinden yapılmış bir çelenk vardı. Salonun her yanında vazolarda çiçekler ve çiçek buketleri bulunuyordu.
Halsizliğinden ve içkiden, Nejat’ın gözkapakları, gözlerinin üzerine kaydı. Gözkapaklarının ardındaki karanlıkta, bazıları hâreli kasımpatları, bazıları hercai menekşeleri gibi renkler açıyor, halka halka yayılıyor, sonra kaybolup giderken başkaları geliyordu. Bunlardan biri hâlesini yaya yaya, karanlıkları görüş alanının dışına sürdü. Sanki bir nur patlıyordu. Nejat kendini çiçekleriyle pırıl pırıl yanan bir portakal ağacının altında buldu. Yaprakların damarlarından akan yemyeşil kan, çiçekte bembeyaz bir alev oluyordu. Çiçek, solup ölmediği sürece bal yapıyor, sanki balayını yaşıyordu. Bal yapamayacak duruma gelince, inat etmiyor, ebedi sevgilerden söz etmiyor, sirkeleşip kalmıyor, sadece solup gidiyordu.
Değişen koşullar nedeniyle anlamları kalmamış ölü geleneklere, diri diri mahkûm olan insan hayatının, özgür ve parlak geleceği olmadığını düşünen Nejat’ın, gönlünden bir acıma gölgesi geçiyordu. Fakat kımıldayan bir mandalina çiçeği Nejat’ın tüm dikkatini kendine çekti. Güneş ışığıyla sevinen çiçeğin gövdesinde sevgi, büyük bir dalga gibi kabarıyordu. Çiçeğin ortası parladı.
Orası sanki bir alevin özüydü. Tepeden tırnağa çıplak bir gelin gibi ayak uçlarına kalktı. Alev dilleri gibi, sarı papa başlı güveyleri ve adayları gelinin çevresinde bir halka oluyorlardı.
Yalvarışları ve ricaları güzel bir koku oluyor, bir tütsü gibi beyaz bakireyi sarıyordu. Güzel kokudan ve can ciğerden kopan sımsıcak yalvarışın tüm gövdesine dolanışından başı dönen gelin dayanamadı. İçine doğmuş olduğu bu dünyayı hep pembe gördü. Güzel kokusuna gönül veren erkeğe gönlünü verdi. Ona eğildi. Gelin bu buluşmadan kalkınca, doğan yeni gün kadar yeni, temiz ve güçlüydü. Bağrında yeni bir hayat taşıyordu. Ondan bir ateş küresi gibi, bir portakal doğacaktı. Sanrım onun için, düğün evindeki gelin, o çiçekleri başına çelenk edinmişti.
Acı, tatlı düşüncelerle ağırlaşan Nejat’ın başı önüne düştü. Yerde bir menekşe, toprağın üzerine yeşil seccadesini sermişti. Ortalarına yan gelip, mavi gözünü açmış bakıyordu. Menekşe de, gelin gibi uzun boynunu ve başını, ballı dudaklarını erişilmeyecek yükseklikte tutuyordu. Gelin, o dimdik duruşuyla o yapyalın ve ipince gövdesiyle, temiz bir kızlığın ufak tefek duygulara tenezzül etmez gururunu ve kapalılığını belirtiyordu. Yolunda can vermeye razı olan adaylarının durumu yamandı. İşte bu nedenle, sanırım adayların iç çekişi menekşe gibi hazin kokuyordu. Dört kanatlı kelebeği andıran düğün evi, o koyu mor ve eflatun ile hareleniyordu. Karasevdalılar umutsuzdular. Boylarını uzatıyorlar, fakat göğün yüksekliklerine, ışığa, güneşe gülümseyen o güzel dudaklara erişemiyorlardı. Onlara erişmek için kanat gerekti.
Aşklarından yanıp kül oluyorlardı. Birkaç saat içinde kendi hacimlerinin on, on beş katından daha çok oksijen yakıyorlardı. Sözleri yoktu. Fakat özleyiş ve sevgilerinin ateşi onları kendilerince dile getirdi. Gelin o sıcak sözleri dinliyordu. Dinledikleri bağrına sindi. Ona hayran hayran bakarak:
— Susayışım o denli yakıcı ve kavurucu ki; yanıyorum ve uğrunda kül oluyorum! diye bağıran vurgununa gelin, aydınlık bakışıyla uzun uzun baktı. Acıdı. Bir mutluluk buğusu içinde kendinden geçkin, fidan boyu kendine özgü bir eğilişle eğildi. Sözsüz sevgisini, dudağının yumuşak dokunuşunun anlatımıyla bildirdi.
—Güneşe bakıyorum. Sevgini güneş ışığından yeğ tuttum. Yeryüzündeki kalıcılığımız, ancak yine kendimizdendir, dedi.
Bundan sonra, hazin renkli menekşenin koynunda, sarı bir sevinç rengi parladı. Düğün evine demet demet menekşeler getiren davetliler, acaba menekşeleri bunun için mi getiriyorlardı? Yoksa âdet yerini bulsun diye mi?
Nejat başını kaldırdığında, güneş batıya ağıyordu. “Akşamsefası” denilen birkaç çeşit çiçek güneş batarken açılır. Bunların arasında bir kaçı ancak gece karanlığında açarlar. Bir tanesi kara çiçek açar.
Bu kara çiçek, güneş ışığına cevap veremeyecek kadar utangaç ve derindir. Gündüz gözlerini kapar, başını koynun en kuytu yerine gömer, kendini hepten kendinin içinde toplar. Güpegündüzken gecenin düşünü görür. Bu çiçek konuşmuyor diye düşünürsünüz. Ve konuşmadığı için de duymadığını sanırsınız. Susuyor ve haykırmıyor. Oysa suç çiçekte değildir. Sizdedir. Alaca karanlıkta sular kararıyordu. Çiçek kayıp gelen yumuşak loşlukların okşayışını duydu. Karanlıklara, daha derin karanlıklarla cevap verdi. Koyu bir ipeğin üzerine damlatılan koyu bir renk gibi; yavaş yavaş kara kirpiklerini aralamaya koyuldu.
Koyu bir ipeğin üzerine damlatılan koyu bir renk gibi kapkara çiçekler açıyordu. Kara içinde kara yıldızdı… Denizin bin kulaç derinliğinden gelen fosfor çakıntısı nedeniyle ateş püsküren Dragon’un yılan kavileyişi gibi, çiçek de o kara bakışların derin koynundaki ateşini verdi. Çiçek kapkaraydı, ama onun özünde parlayan kapkara bir gündüzdü.
Aşkın ve taşkın sevgileriyle deli divane olurlar o gündüze yetişemezler. Gecelerin yıldızlardan parlak güzeline varmak için bir mucize gereklidir. Sevginin gücü ise o mucizeyi başarır… Bir tanesi sevgi olur. Kapkara gelinin dudağına konar.
Halikarnas Balıkçısı”
20-Roman
İnsanların başlarından geçen ve geçmesi mümkün olan olayların yer ve zaman belirtilerek anlatıldığı uzun yazılara roman denir.
Roman dört temel öğe üzerine kurulur: “Olay, kişiler, çevre (mekân-yer) ve fikir”dir. Romanlarda bu öğelerden esas olan “kişi”dir. Romanlar hayatın bir tür yansıması olduğu için kişiler hayatta karşılaştığımız, tanıdığımız, bildiğimiz kişileri bize hatırlatır. Onların ruh halleri, davranışları, tepkileri, üzüntüleri ve sevinçleri bizi ve etrafımız da ilgilendirir. Zaman zaman roman kahramanlarında kendimizi ve etrafımızdakileri bulabiliriz. Bu da hayatta karşılaşabileceğimiz bazı sıkıntıları, problemleri çözümlemede bize kılavuzluk edebilir. Bu yüzden roman okumak, insana olumlu anlamda katkılar sağlar. Bunun yazı sıra roman kişinin hayal gücünü zenginleştirir, dil zevkini ve becerisini geliştirir, söz varlığını zenginleştirir, bilgi ve görgüsünü artırır.
Romanlarda en önemli temel öğelerden birisi de “fikir”dir. Her romanın bir fikri cephesi vardır. Onun için romanın bu fikri temeli kavranmadan, vermek istediği mesajı ana fikir ve yardımcı fikirler anlaşılmadan okunacak bir romandan istenilen verim alınamaz.
Romanların içerik planı hikâyedeki gibidir. Ancak plandaki benzerlik dışında hikâye ile roman arasında şu temel farklar vardır:
-Romanlar, hikâyelere göre daha uzun eserlerdir.
-Hikâyelerde kişiler genel özellikleriyle tanıtılırken romanda bütün yönleriyle tanıtılırlar.
-Hikâye, çoğunlukla bir veya birkaç kişinin üzerine kurulurken, romanda kişi veya kişilerin sayısı oldukça fazladır.
-Romanda olay veya olaylar çok geniş bir zamana ve geniş bir mekâna yayılmışken, hikâyede zaman daha kısa, mekân(yer) de daha dar bir alanı kapsar.
-Romanda daha çok tasvir ve portreye yer verilir.
Romanlar konularına göre dört temel gruba ayrılır:
1-Tarihi Romanlar: Konusunu tarihi olay veya olaylardan ve bu olayları yaratan kişilerden alan romanlardır.
2-Macera Romanları: Esaslı, şaşırtıcı ve sürükleyici olaylara dayanan, okuyucuda zaman zaman korku ve heyecan yaratan romanlardır.
3-Sosyal Romanlar: Toplumsal meseleleri ele alan olaylardır. Bu romanlarda kişi veya kişilerden çok sosyal problemler işlenir.
4-Psikolojik Romanlar: Kişilerin iç dünyalarında meydana gelen çatışmaları, problemleri ele alan sosyal romanların aksine sosyal olaylara değil, kişilere odaklanılan romanlardır.
Bu temel grupların dışında “mektuplu romanlar”, “lirik romanlar”, “korkulu romanlar”, “pastoral romanlar”, “otobiyografik romanlar”, “polisiye romanlar”, “tefrika romanı” gibi roman türleri de vardır.
“YABAN
-ROMANDAN BİR PARÇA-
(Köyü işgal etmiş Yunan askerleri ortalığı kana ve ateşe bulamaktadırlar.)
“…Sabah oldu. Ama ne sabah! Çığlıklar içinde bir sabah. Kadınlar ağlaşıyor, erkekler bağırıyor ve çocuk hıçkırıkları köpek ulumalarına karışıyor. Sanki çılgın bir bestekâr, iptidai bir orkestrada “Dünyanın Sonu”nu çaldırıyor.
Ben ve Emeti kadın, bütün gece hiç gözlerimizi yummamışız. Ben susarak, o uluyarak Hasan’ın cenazesini beklemişiz.
Sabaha karşı kadında uluyacak ses ve takat kalmadı. Bütün ağlamaları, boğazından yukarı çıkmayan derin bir hırıltı halini almıştı.
—Emeti kadın, artık sus. İşte sıra bize geliyor. Hepimiz Hasan’la beraber gideceğiz, dedim. Kadın, dizlerinin üstüne dayanan başını kaldırdı:
—Ne dedün, ne dedün?
—Dediğim şu: bizi de öldürecekler. Sonra bütün bu köyü yakıp yıkacaklar. Ondan sonra bırakıp gidecekler.
—Amanın, kaçalım bari bir yerlere kaçalım.
— Kaçsan da kaç para eder? Sana köyde taş taş üstünde bırakmadılar diyorum. Bir yere kaçmış olsan da iki gün sonra açlığından ölürsün.
—Vıy guzucuğum, vıy guzucuğum. Gördün mü bir yol başımıza gelenleri?
—İşte bak, yangın kokuları gelmeye başladı.
Hey, sahi. Bir yanda, bir şey tütüyor.
Oturduğum yerden kalkıp Hasan’ın gözlerini kapadım. Hiç bu kadar canlı bakan ölü görmemiştim. Göz kapandıktan sonra bile, kirpikler arasından acayip, endişe verici bir bakış sızıyor. Yüzünde hiçbir ıstırap izi yok. Sanki acı duymadan ölmüş gibi.
Lakin yalnız bu çocukta değil, ben, harpte ölenlerin hemen hepsinin yüzünde bu sükûneti, bu tatlı sükûneti gördüm. Dudaklarında kasılıp büzülme yerine rahat bir gülümseme, bir güzel rüyaya dalmış adamın gülümsemesi…
Ölüm, belki cismani hazların en büyüğüdür. Belki; kim bilir? Bakalım şimdi göreceğiz.
Küçük Hasan’ın yüzünü bir gazete parçasıyla örtüyorum; küçük odada bir keçe, kirli bir havlu bile bırakmadılar.
Dışarıda çığlıklar devam ediyor. Ara sıra tanıdığım insanların seslerini duyar gibi oluyorum. Kulak kabartıyorum. İşte bir adam avazı çıktığı kadar bağırıyor:
—Ateş camiyi sarıyor, Suyu buraya getirin; bu yana…
Bu, bizim imamın sesidir. Derken bir başkası:
—Ülen samanlık tutuştu. Gidiverin, gidiverin…
Bu, Bekir Çavuşun sesidir.
Öbür taraftan muhtar:
—Bizim hatun içeride kaldı yahu… Ne yapsak ki… diye bağırıyor.
İçimden “Muhtarın kötürüm karısı artık ölebilir.” diyorum. Birden ve uzaktan uzağa Zeynep kadının sesini de duyar gibi oluyorum:
—Donuzlar, donuzlar; aha şimdi de bizden yana geliyorlar.
Bir atlayışta soluğu kapının önünde aldım. Tam eşiği atlayıp geçeceğim anda, insana benzer acayip katı ve şekilsiz bir şeyle karşı karşıya geldim. Az kalsın çarpışacaktım, durdu:
—Süleyman sen misin?
Bir sivrisinek vızıltısı bana cevap verdi:
—Bizim odayı ateşlediler. İzin verirseniz aşevinde bir kenara yatıvereyim.
Süleyman bir pis yorgana sarılmış, incecik bacakları üstünde titriyordu.
—Gir yat, gir yat. Ama burası daha salim değil ki; nerde ise buraya da gelirler, ateşe verirler.
Ve bunu söylerken aklıma defterim geldi.
Döndüm. Onu masamın üstünde, kitap, kâğıt ve gazete yığınları arasından bulup çıkardım. Bütün uzunluğunca, gömleğimin altında göğsümün üzerine yerleştirdim. Sonra durdum, düşündüm. Daha ne yapacaktım?
Ha; yanıma bir kalem alacaktım. Kim bilir, bir daha artık buraya dönemem. İşte yarısına kadar yontulmuş bir kalemi duruyor. Onu alıp pantolonumun cebine soktum. Şimdi artık bir daha geri dönmemek üzere, gidebilirim.
Hayatımın son dakikasına kadar başımdan ne gelip geçecekse bu küçük kalemle, bu kapsız deftere yazacağım. Gece, karanlıkta, bu milli facianın bütün esrarını buraya tevdi edeceğim. Ne vakit ki, artık son demimin geldiğini hissedeceğim, onu bir taşın altına bırakacağım.
Çok geçmez, hayır, hayır, ya iki ya üç gün sonra buralarda tekrar Türk askerlerinin çarık sesleri duyulacaktır. Bunlardan bir kısmının yolu, mutlaka buraya uğrayacaktır ve bu zavallı viraneyi gezip görmeden geçip gitmeyecektir. İşte, tam bu gezintilerden birinde, tıpkı Mehmet Ali’ye benzeyen yağız bir nefer, bu defteri alarak subayına koşacaktır. Otuz iki dişini birden gösteren bir tebessümle sırıtarak:
—Efendi, efendi; şuna bakıversene, acep nedir ki?..
Subay, bunu eline kayıtsız bir tavırla alacak, yavaş yavaş çevirmeye başlayacaktır. Bu merak, defterin son yapraklarına doğru derin bir heyecan hâlini alacaktır.
Ondan ricam şudur ki, burada bana bir yabancı muameleri, beni kendilerinden saymayıp daima manevi bir cezaya mahkûm kıldıkları için, köylülere bir kin ve gayız bağlamasın, onları ben, küçük sığırtmacın ölü başında, affettim. Ve bu umumi facia anında hepsine, hatta Salih Ağa’ya bile hakkımı helal ediyorum. Bunların hiç biri “ne yaptığını bilmiyor.”
Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş, senindir.
Sen ve ben, onları yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, her şeyden ve herkesten uzak ve her türlü yaşamak şevkinden ve herkesten mahrum, bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehâlet denilen zifiri karanlık içinde ruhları, her yanından örtülü bir zindanda gibi, mahpus kalmıştır.
Bu zavallı mahlûklardan sevgi, şefkat ve insanlık namına, artık ne bekleyebiliriz? Bu iklimin çoraklığı ruhlarını kurutmuştur. Bu ıssızlık ve bu gurbet, onlara müthiş bir egoizme dersi vermiştir. Onun için her biri, kendi yuvasında bir kunduza dönmüştür…”
Şemsettin Kutlu
21-Senaryo
Bir filmin konusunun yazılı anlatımına senaryo denir. Özellikle sesli filmlerin başlamasından sonra bir ihtiyaç olarak doğan senaryo filmin kâğıt üzerindeki kabataslak halidir. Çekilecek filmin, sahne sahne yazılmış ve teknik açıklamalı planı olan senaryo bir filmin çekiminin temelini teşkil eder.
Senaryo yazarına “senarist” denir. Senaryo üzerindeki çalışmaları “konu yazarı”, “senarist”, “diyalogcu” (konuşmaları alan) ve “rejisör” (yönetmen) bir arada yürütürler.
22-Tiyatro
Yaşanmış veya yaşanması mümkün olan olayları sahnede canlandırmak üzere yazılmış yazılara “tiyatro” denir.
Tiyatro hem göze hem de kulağa hitap ettiği için insanı hem eğlendiren hem de eğiten önemli bir araç olmuştur.
Yunancadan dilimize geçen tiyatro kelimesi “tiyatro eseri” anlamında kullanıldığı gibi, “tiyatro sanatı” ve “tiyatro binası” anlamında da kullanılır.
Tiyatro üç temel öğenin bir plan, bir uyum içinde bir arada kullanımıyla kurulur. Bu üç öğe “olay”, “kişiler” ve “çevre”dir. Tiyatroda olması gereken bu üç temel öğe tiyatronun tanımına uygun olarak kullanılmalıdır. Bu öğelerden birisinin gerçek hayattaki doğal yapısından uzaklaşması tiyatro tekniği açısından bir kusur kabul edilir.
Tiyatro eserlerinde sadece konuşanlar verilmez. Konuşmacıların jest ve mimikleri de ayraç içindeki açıklamalarla verilir. Tiyatro eserlerindeki konuşmalar üç şekilde karşımıza çıkar:
-Diyalog: Tiyatrodaki kişilerin karşılıklı konuşmalarından oluşur.
-Monolog: Bir kişinin tek başına konuşmasıdır.
-Tirad: Kişilerin birbirlerine karşı söyledikleri coşkulu, uzun sözlerdir.
Tiyatroya özel bazı terimleri de burada tanıtmakta fayda görüyoruz:
-Perde: Konunun ana bölümlerinden her birine verilen addır.
-Sahne: Perde içerisinde kişilerin girip çıkmasıyla oluşan daha küçük bölümlerdir.
-Aktör: Tiyatro ederlerindeki kişileri canlandıran erkek oyunculara denir.
-Aktrist: Tiyatro eserlerindeki kişileri canlandıran kadın oyunculara denir.
-Figüran: İkinci plandaki oyunculardır.
-Rejisör: Eseri yorumlayıp, oyuncuları hazırlayan ve eseri yöneten kişidir.
-Makyaj: Oyuncuların yüzlerinde yapılan değişikliğe denir.
-Kostüm: Tiyatro oyunundaki kahramanların (kişilerin) giydikleri elbiselerdir.
-Dekor: Olayın geçtiği yerin adıdır.
-Pano: Dekoru tamamlamak için asılan canlandırıcı resim ve tabloların adıdır.
Tiyatro da diğer olay metinlerinde olduğu gibi üç ana bölümden oluşur:
Serim Bölümü: Eserin bu bölümünde oyunun konusu, kişiler ve çevre tanıtılır.
Düğüm Bölümü: Olaylar seyirciyi meraklandıracak şekilde geliştirilir. Bu bölümde heyecan doruğa ulaşır. Bu bölümde kişiler bütün karakteristik özellikleriyle seyirciye gösterilir.
Çözüm Bölümü: Düğüm bölümünde oluşan merak duygusu bu bölümde çözülür. Seyircinin merakı giderilir. Eserin bu bölümünde yazar konuyu bir ana fikre bağlar.
Tiyatro türleri temelde “trajedi” ve “komedi” dediğimiz iki türden doğmuştur.
-Trajedi türü tiyatrolar, insanın başından geçen olayların anlatıldığı türdür. İzleyicide acıma, korku gibi duygular uyandırır. Konu mitoloji ve tarihtendir.
-İnsanların başından geçen sevinçli ve komik (gülünç) olayların anlatıldığı tiyatro türüne ise “komedi” denir.
-Günümüz modern tiyatrosunda dram türü ile komedi türünü bir arada yansıtan “dram” türü büyük önem kazanmıştır.
-Yine günümüz tiyatro türlerinden “müzikli tiyatrolar” da önemli bir yer tutmaktadır. Müzikli tiyatrolar “opera”, “müzikal oyun”, ve “operet” gibi türlere ayrılır.
23-Gezi (Seyahat) Yazısı
Gezilip görülen yerlerle ilgili, bilgi, gözlem ve anıların anlatıldığı yazılara gezi yazısı (seyahatnâme) denir. Gezi yazıları, birçok sosyal bilim dalına (tarih, coğrafya, sosyoloji vb.) kaynaklık etmesi bakımından önemli bir anlatım türüdür. Ayrıca gezi yazıları sayesinde okuyucular o güne kadar görmedikleri yerler hakkında bilgi sahibi olurlar.
Çok eskiden beri kullanılan bir yazı türü olan gezi yazılarının temel özellikleri şunlardır:
-Gezilen, görülen yerler, doğal özellikleri yanında coğrafî konumuyla da tanıtılır.
-Gezilen, görülen yerlerin tarihiyle ilgili de bilgiler verilir.
-Gezilip, görülen yerlerde yaşayanların gelenek, görenek, örf, âdet ve dini inançları aktarılır.
-Anlatılanlar gerçek gözlemlere dayanmalı, gerçekçi olmalıdır.
-Herkesin anlayabileceği sade, açık ve akıcı bir dil kullanılmalıdır.
Türk edebiyatının en ünlü gezi yazısı (seyahatnâme) örneği, Evliya Çelebi’nin “Seyahatnâme”sidir. Diğer meşhur gezi yazısı yazarlarımız arasında “Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi”, “Mithat Efendi”, “Falih Rıfkı Atay”, “Şevket Rado” gibi yazarlarımızı sayabiliriz.
Örnek metin
“HÂRÂBATİ BABA TEKKESİ’NDE CEMİL MERİÇ ÜZERİNE SOHBET
Gece, Kalkandelen’de HÂRÂBATİ BABA TEKKESİ’nde kaldık. Hârâbati Baba Tekkesi, Osmanlı İmparatorluğu devrinde, Yugoslavya’da yapılan 400 tekkeden biri. Aşağı yukarı 500 yıllık bir tarihi olan Bektaşî ocağı. Tekke, Şar Dağları’nın eteğinde, büyük ve düz bir bahçe üzerine bağdaş kurup oturmuş. Etrafı, yüksek duvarlarla çevrili. Tekke bahçesine, kale kapısı kadar büyük, çift kanatlı bir kapıdan giriliyor. Bu büyük kapının sağında, solunda ve üzerinde, dışarıdan gelenleri gözetleme odaları var.
Bektaşî dervişleri, Yugoslavya devriminden sonra, evlerine çekilince tekke, uzun yıllar boş kalmış. Bahçesini ısırganlar doldurmuş, ahşap binalar yıkılmaya yüz tutmuş… Harâbâti Baba Tekkesi, gerçekten harap olmanın eşiğine dayanınca, Kalkandelen Belediyesi işe el atmış. Onu aslına uygun olarak yeni baştan tamir ettirip, turistik otel-lokanta ve eğlence yeri haline getirmiş. Şimdi yirmi dönüm civarında büyük bahçesi yeşil bir halı gibi. İrili ufaklı ağaçları, rengârenk çiçekleri, şadırvanları, dibek taşları ve şirin ahşap binalarıyla Harâbâti Baba Tekkesi, insanı birdenbire büyüleyen bir güzellik, sessizlik ve serinlik içerisinde…
Kapının hemen girişinde, eski Bektaşî dervişlerinin ders gördükleri iki katlı bir konak, şimdi turistik bir otel olarak kullanılıyor. Odalarının kapıları, tavanları, dolapları, pencereleri hatta kireç sıvalı duvarları, yüzde yüz Anadolu mimarisine benziyor. Yine bahçe kapısının sağ tarafındaki iki katlı başka bir ahşap bina, hem turistlerin hem de Yugoslav burjuvazisinin kumar partileri için onarılmış. Yalnız ahşap kapılar yerine, kalın camdan kapılar konularak ve pencere pervazlarındaki bölümler kaldırılıp yerlerine yekpare camlar takılarak…
Bu binanın sağında, küçük, şirin bir mescidi var. Kapısının üzerinden, iç duvarlarından, mihrabın sağından ve solundan yüzümüze Ayet-i Kerimeler gülümsüyor. Ve mescit şimdi, bir oturma, dinlenme ve sohbet odası olarak kullanılıyor.
Eskiden, Tekke’nin mutfağı olan ve doğrusu, mutfaktan çok, uzun bir kışlaya benzeyen tek katlı ahşap bir binada, gördüm ki yine tencereler, kazanlar kaynıyor… Mutfağın karşısında, geniş geniş salonları olan bir başka bina ise, lüks bir lokanta haline getirilmiş…
Bahçedeki mermer şadırvanın karşısından, uzun süre ayrılamadım. Şadırvan, etrafı açık ahşap bir çadır içerisinde. Her köşesinden Türk sanatının ince çizgileri ve güzelliği kanatlanıyor gibi. Şadırvanın dinlenme kısmına açılan ahşap kapısı, oymacılığımızın, üstündeki kitabesi ise, hat sanatımızın seçkin örneklerinden.
Tekkenin 75 yaşındaki Makedonyalı bekçisi diyordu ki:
“…Çocukluğumuzda, tekke içinde dervişler ne yapıyorlar? diye merak ederdik. Şu bahçe duvarlarına gizlice tırmanır onları gözetlerdik. Dervişler, genellikle bu şadırvanın başında toplu olarak oturur ve hep bir ağızdan: Huuu! Hayyy Hak! Allah! diyerek zikrederlerdi. Sonra yine burada namaz kılarlardı. Bu şadırvanın etrafı, dervişlerin yazlık namazgâhları idi. kış gelince de şu karşıdaki mescitte namaza dururlardı…”
Rumeli Bektaşîleri hakkında bir bilgim yoktu. Ama yaşlı bekçinin anlattıkları beni şaşırtmadı. Bazı Arap ülkelerinde, sayıları gittikçe azalan Galiye sınıfı dışındaki büyük Alevi camiasının İslam inancından ve ibadetinden koptuklarına hiçbir zaman inanmadım. Gerçek Şiiliği, mezhepler tarihinden okuyarak öğrenmeye çalıştım. Bekçinin anlattıklarına bakarak Harâbâti Baba Tekkesi’ndeki dervişlerin, İmam Cafer-i Sâdık’a bağlı olabileceklerini düşündüm. Cafer-i Sadık, Hz. Ali soyundan altıncı imam! İslâm’ı yaşayan ve yaşatan bir altın halka!... Bizim bağlı bulunduğumuz mezhebin mübarek kutbu, Ebu Hanife Hazretleri, Mezhepler Tarihinde belirtildiğine göre Hz. Cafer-i Sadık’tan, İslamî konularda iki yıl ders almış. Ve yine aynı eserde açıklandığına göre Ebu Hanife Hazretleri “Bu iki yıl olmasaydı ben helâk olurdum!” demiş.([4])
İşte bu bakımdan, İmam Cafer-i Sadık’a bağlı bulunan şehir Alevîlerinin, yani Bektaşîlerin zikirde, ibadette Sünnilerle tam bir beraberlik içinde bulunmalarından daha tabii ne olabilirdi?
Bahçede, basık bir türbe içinde, Tekke’nin koruyucusu olan Recep Paşa’nın çok ince motiflerle süslü mermer sandukası ve bir gelinlik kızın duvağı gibi dantel dantel işlenen süslü mezar taşı, tam bir sanat eseri olarak ayakta duruyor. Türbenin bir başka bölümünde, tekke şeyhlerin daha sade mezarlarına ve Sersem Ali Baba’nın en az iki insan boyu uzunluğundaki kabrine, Yugoslavlar hiç dokunmamışlar.
Harâbâti Baba Tekkesi’nin bahçesinde, tarihimizi hüzünle yaşadım. Tekkenin her noktasında, bizim kültürümüz, bizim medeniyetimiz, bizim inceliğimiz vardı. Ama bizim ruhumuz, Şar Dağları’na doğru, çoktan kanat çırpmıştı. Ve o güzelim şadırvanda bir damla olsun su yoktu. Bahçenin şurasında burasında, sonsuzluk uykusuna dalmış gibi donup kalan birkaç çeşmenin eski harflerle kazılan kitabelerine, usulca elimi dokundursam, sanki su olacak, yüreğime döküleceklerdi. “Hay!” Allah’ın sıfatlarından biriydi ve “ebediyen diri olan” anlamına geliyordu. Etrafta, ebedi diriliği, sonsuz güzelliği ve misilsiz merhameti çağrışan diller susmuştu. Tekke’nin küçük ve şirin mescidi içinde, bütün âlemlerin Rabbine, bütün âlemler için duaya uzanan eller, secdeye kapanan başlar, tekkenin büyük ve sıcak ruhaniyetini de beraberlerinde götürmüşlerdi.
Bir zamanlar, belki yüksek sesle konuşmanın bile doğru karşılanmadığı bir ilim ve ibadet ocağından, şimdi şuh kadın kahkahaları yükseliyor ve yeni, devrimci tekkenin lokantasında, büyük kumar odalarında, günlük ihtirasların üzerine, kristal kadehlerden renkli içkiler boşalıyordu. Harâbâtî Baba Tekkesi, yıkılmaktan, viran olmaktan kurtarılmıştı. Işıklarla yıkanmış, çiçeklerle süslenmişti. Tertemizdi, pırılpırıldı. Ama hiçbir gayret, ona, uçup giden, yok olan o eski ruhunun insana ürpertiler veren güzelliğini giyindirememişti.
Harâbâtî Baba Tekkesi renkli, güzel, fakat kokusuz bir yapma çiçeğe benziyordu. Bu bakımdan tekke bahçesinde, belki yüzlerce yıldan beri duran dibekler, sanki bütün Kalkandelen şehrini, yerinden fırlatacak kadar korkunç ve müthiş bir çığlık koparmak için, ağızlarını kocaman kocaman açmışlardı. Her dibekte, ayrı bir yerim dövülüyor gibiydi.
Kalkandelen’e birlikte geldiğimiz şairler, bahçenin bir köşesinde, sohbeti koyulaştırmışlardı. Ben şadırvanın, eski çeşmelerin, türbelerin ve dibeklerin etrafında, bir başıma dolaşıp duruyordum. Bir ara bahçe kapısının kocaman kanatları açılınca şair Bayram İbrahim ile Arif Bozacı’yı karşımda gördüm… Yavuz Bülent BAKİLER
24-Şiir
“Duygu ve düşüncelerin, insan ruhunda ürpertiler uyandıracak biçimde, ölçülü-ölçüsüz, kafiyeli-kafiyesiz olarak, genellikle nazım halinde anlatılan şekline şiir denir.”
Şiirde asıl öğe “duygu”nun yanı sıra “düşünce” ve “hayal” unsurları da kullanılır. Bazı şiirlerde bu unsurlardan biri kullanılırken, bazılarında ise bu unsurların hepsi bir arada kullanılabilir. Zaten en güzel şiir bu üç unsuru bir arada kullanabilen şiirdir.
Şiirlerde “duygusal plan” kullanılır. Bu plana göre şiirde önce, şairi etkileyen olay ve manzara genel hatlarıyla ortaya konur, sonra şairi duygulandıran sebepler üzerinde durulur, son bölümde ise şiire hâkim olan ana duygu, tema belirtilir.
Şiir günümüzde güzel sanatların önemli bir türü olduğu için, şiirde sanat hassasiyeti ağır basar. Bu yüzden şair şiirde kullanacağı kelime, mazmun ve mefhumları seçerken insanda estetik duygular uyandıracak şekilde davranır.
Konularına göre şiir türleri şunlardır:
Epik Şiir: Destansı şiirlerdir. Konusu, yiğitlik ve kahramanlıktır.
KOÇAKLAMA
Yiğitler silkinip ata binende Bir yiğit cıdasın almış eline,
Dereler de bozkurtlara ün olur. Başını koymuş da yiğit yoluna,
Yiğit olan döne döne döğüşür. Kalkan paralana zırhlar deline,
Kötüler kavgadan kaçar dön olur. Kanlı gömlek koç yiğide don olur.
Yiğit cıdasını almış atıyor. Köroğlu çağırır figan ağıtlar,
Ak elleri kızıl kana batıyor. İman ehli birbirini öğütler,
Bir kötü, kavgadan dönmüş kaçıyor, Boydan boya demir donlu yiğitler,
Kaçma kötü kaçma simdi hûn olur. Vurur cıdasını kahraman olur.
Köroğlu
Lirik Şiir: Duygulandırıcı ve coşturucu şiirlerdir. Konusunu aşk, özlem, sıla, gurbet, ölüm, ayrılık gibi duygulardan alır.
ANALAR
Garibin anası pencerelerden
Yanık türkülerle yollara bakar.
İncecik yüzünde her akşamüstü
Çizgi çizgi, nokta nokta bir efkâr
Fakirin anası her sabah sessiz,
Ağlar çocuğunun aç-çıplak durduğuna.
Elleri koynunda kalır çaresiz
Bin pişman doğduğuna, doğurduğuna.
Mahkûmun anası susar konuşmaz
Suçu kendisinde sanır
Kaçar insanlardan, aydınlıklardan
Duvarlara bile baksa utanır.
Açılsa üstüm biraz, duyar da gece yarısı
Kalkar yatağından gelir.
Bir mübarek el uzanır yorganıma usulca
Bilirim anamın elidir.
Bir merhamet, bir sıcaklık, bir gurur;
Yavrum diyen sesinde.
Ve huzurun günde beş vakit nabzı vurur
Beyaz tülbendinde, seccadesinde.
Karımın anası anama benzer
Öylesine yakın, duygulu, ince.
Özü-sözü bir yayla gözesi kadar berrak,
Oturtacak yer bulamaz çıkıp yanına gidince
Yüreği destanlar gibi sımsıcak.
Ve alnım açıksa, başım dikse;
Dirliğimiz varsa, mutluysam;
Yüzüme gülüyorsa böyle bu şehir,
Bir beyaz zambak gibi pırıl pırılsa yavrum;
Ve yavrumsa her şeyi bana sevdiren bir bir
Bu mutluluk, bu düzen, bu bitmeyen aydınlık
Anasının yüzü suyu hürmetinedir…
Yavuz Bülent BAKİLER- Harman
Didaktik Şiir: Öğüt (nasihat) vermeyi amaçlayan öğretici şiirlerdir. Bu tür şiirlerde amaç sanat ve sanatkârlıktan çok toplumsal faydadır.
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil
Hani erenler geldi geçti
Bunlar yurdu kaldı göçtü
Pervâz urup Hakk’a uçtu
Hüma kuşudur kaz değil
Yol oldur ki doğru vara
Göz oldur ki Hakk’ı göre
Er oldur ki alçakta dura
Yüceden bakan göz değil
Doğru yola gittin ise
Er eteğin tuttun ise
Bir hayır da ettin ise
Birine bindir az değil
Yunus bu sözleri çatar
Sanki balı yağa katar
Halka meta’ların satar
Yükü cevherdir tuz değil
Yunus Emre
Pastoral Şiir: Kır ve tabiat hayatını ve çobanların yaşantısını işleyen şiirlerdir.
ÂŞIK KEREM
Yükseğinde yavru şahin beslenir
Yıldız Dağı niçin kalkmaz dumanın
Alçağında dudu, kumru beslenir
Yıldız Dağı, niçin kalkmaz dumanın
Yükseğinde büyük namlı karın var
Alçağında mor sümbüllü bağın var
Yardan mı ayrıldın, ahı zarın var
Yıldız Dağı, niçin kalkmaz dumanın
Gelen geçen seyran eder meşesin
Haramiler bekler her bir köşesin
Beline kondurmuş beyin paşasın
Yıldız Dağı, niçin kalkmaz dumanın
Yine çevrilip eğrilmiş beli
Urum’da Acem’de söylenir yeli
Kadı mısın, serdar mısın Kurtbeli
Yıldız Dağı, niçin kalkmaz dumanın
Her taşlardan çok boyalı taşın var
Şahin yuva yapmış öter kuşun var
Kerem gibi ne belalı başın var
Yıldız Dağı, niçin kalkmaz dumanın
TÜRK HALK EDEBİYATI ANTOLOJİSİ, Derleyen Erdal ALOVA AlfaYayınları, İSTANBUL 2002
BİNGÖL ÇOBANLARINA
Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum,
Bu dağların eskiden âşinasıdır soyum.
Bekçileri gibiyiz ebenced buraların,
Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların
Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi,
Her gün aynı pınardan doldurup testimizi
Kırlara açılırız çıngıraklarımızla.
Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni,
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini,
Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek
Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek,
Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı,
Her adım uyandırır acı bir hatırayı.
Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda,
Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam,
Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda,
“Suna”mın başka köye gelin gittiği akşam.
Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla,
Çoban hicranlarını basar bağrına yayla.
— Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al
Diye haykırır kaval:
Bir çoban parçasısın, olmasan bile koyun,
Daima eğeceksin başkalarına boyun;
Hülyalarına karışmasın ne şehir ne de çarşı,
Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı
Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an,
Mademki kara bahtın adını koydu çoban!
Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden,
Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden
Anlattı uzun uzun.
Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun
Nadir duyabildiği taze bir heyecanla,
Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla
Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,
Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına.
Kemalettin Kamu
Satirik Şiir: Sosyal hayatta görülen aksaklıkların yerildiği (hicvedildiği) şiirlerdir. Halk edebiyatında “taşlama” adıyla kullanılan bu şiir, divan edebiyatında “hiciv” adını alır.
KAYGUSUZ
Kaplu kaplu bağalar
Kanatlanmış uçmağa
Kertenkele derilmiş
Diler Kırım geçmeğe
Kelebek ok yay almış
Ava şikâra çıkmış
Tonuzları korkudur
Ayuları kaçmağa
Kazaza balta koydum
Çervişin deremezem
Çuval çayırda gezer
Şeğirdüben kaçmağa
Ergene’nin köprüsü
Susuzluktan bunalmış
Edirne minaresi
Eğilmiş su içmeğe
Allahımın dağında
Üçbin balık kışlamış
Susuzluktan bunalmış
Kanlı ister göçmeğe
Leylek kuduk doğurmuş
Ovada zurna çalar
Balık kavağa çıkmış
Söğüt dalın biçmeğe
Kelebek buğday ekmiş
Manisa ovasına
Sivrisinek derilmiş
Irgad olup biçmeğe
Bir sinek bir devenin
Çekmiş budun koparmış
Salınıban seyirdir
Bir yâr ister koçmağa
Bir aksacık karınca
Kırk batman tuz yüklenmiş
Gâh yorgalar gâh seker
Şehre gider satmağa
Tonuz düğün eğlemiş
Ayuya kızın vermiş
Maymun sındı getirmiş
Kaftan gömlek biçmeğe
Deve hamama girmiş
Dana dellâllık eder
Susığırı natır olmuş
Nöbet ister çıkmağa
Kaygusuz’un sözleri
Hindistan’ın kozları
Bunca yalan söyledin
Girer misin uçmağa
Dramatik Şiir: Sahnede canlandırılmak üzere yazılmış şiirlerdir.
YAĞMUR DUASI -Canavar Piyesi’nden-
Emeti
Yolunu beklemekten gözlerimiz karardı
Neye geç kaldın, Ağa?
Ali Baba
Yağmur duası vardı:
Öğleüstü atımla kasabayı bulunca
Baktım ki halk uzanmış bütün yayla boyunca
Kadınlar, çocukların tutarak ellerinden,
Bir inilti halinde geliyordu derinden
Yollara dökülmüştü çobanlarla davarlar,
Gürbüz delikanlılar, doksanlık ihtiyarlar
Kızgın günün altında tutuşurken ortalık
Gitgide artıyordu gürültü, kalabalık…
Nihayet halkalandı musallada ahali,
Dediler ki: “Duaya gelecek şimdi Vâli!”
O zaman anladım ki hükümet kapalıdır,
Bizim iş kaldı dedim…
Emeti
Zaten bugün salıdır,
Uğursuz gün demişler!
Ali Baba
Doğru sallandı işim,
Fakat pek de faydasız oldu sanma gidişim:
Âminim olsun diye yapılacak duada
Attan inerek durdum şöyle bir parça sağda.
Vali Paşa gelince, yüzler sevinçle yandı,
Cemaat yavaş yavaş ikiye parçalandı:
Analarla emzikli çocuklar başka safta,
Koyunlar bir tarafta… Kuzular bir tarafta…
Bir mezar sessizliği aldı önce civarı.
Hocaların yükseğe çıktı en ihtiyarı,
Gökten su dilenerek elindeki tasına
Başladı en acıklı bir yağmur duasına
“Yarabbi! Gönder bize rahmetini ufuktan,
Kullarının diyarı yanıyor susuzluktan.
Ekinler boy vermeden vakitsiz sararıyor
Gökyüzünden her başak bir damla su arıyor!
Muradın mahvetmekse bizi bir zelzele ver,
Yaşatmaksa kavrulan tarlaları sele ver,
Tâ ki ecel kesmesin bu öksüz nefesleri…”
O ne mahşerdi. Yarâb, ne Âmin sesleri!
Bir taraftan kuzular haykırıyor me… diye,
Bir taraftan çocuklar bağırıyor meme diye…
Eğer yağmur Allahın gözyaşları olaydı
Bir lâhzada dünyayı sele vermek kolaydı!
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL- Han Duvarları
25- Mensur Şiir
Artistik nesir de denilen bu şiir türünün en önemli temsilcilerinden Halit Ziya Uşaklıgil’in “Mansur şiirler, kısa, küçük, hemen zihinde doğdukları gibi, kâğıt üzerine rasgele atılıvermiş duyguların, yol üstünde toplandıkları gibi, tasnifsiz çizilivermiş gibi çizgilerden ibaret olacaktı.” diye tarif ettiği mensur şiir, kalbe heyecan, ruha ürperti veren sanatlı söylenmiş nesir halindeki şiir demektir.
YAŞAMAK
Şimşek çakar, gök gürler, ufuklar birbirine giriyor, sanırsınız!...
Filler, arslanlar haykırır, kükrerler; zaman ve mesafe inim inim inler.
Bunların yanında sesleri kulaklarımızın duygu hududuna giremeyen karıncalar da vardı.
Onlarda ses çıkarırlar. Çünkü yaşıyorlar.
Yaradılış muazzam bir orkestradır ki onu idare edenin elindeki değnek muhakkak ki bazen bu karıncaya da emir verir.
Ama orkestra içindeki onun yeri nedir; biz bilemeyiz; bestekâr bilir.
Her şey konuşuyor, dili var. Çünkü yaşıyor. Biz duymuyoruz diye bunları nasıl inkâr ederiz?
Ayağımızın altta ezilen bir ottan, bir toprak zerresine kadar her şey konuşuyor. Çünkü hayat nizamı içindedir. Başka türlü yaşanmaz.
Sırrına eremediğimiz ve eremeyeceğimiz bir âlemin içindeyiz ki sade hayat!...
Ölümün, yokluğun nam ve nişanı yok. Çünkü var olan her şey yaşıyor.
Müsaade ederseniz ben de yaşıyorum.
Ali Nihad Tarlan Nesirler Ve Mensur Yazılar T.C. Kültür Bakanlığı Ankara 1993 s.93
26- Masal
Halkın hayal gücünden doğan, gerçek dışı ve olağanüstü olaylarla süslü öykülere masal denir. Masalların birçoğunun yazarı belli değildir. Bu tür masallara “halk masalları” denir. Bazı masalların ise yazarı bellidir, Alman Grimm Kardeşler ve Danimarkalı Andersen gibi, bu tür masallara ise “edebi masallar” denir.
Masalların başlıca özellikleri şunlardır:
-Masallarda olaylar gerçekdışı ve olağanüstüdür.
-Masal kahramanları insanlar olabileceği gibi, hayvanlar, bitkiler veya cansız varlıklar da olabilir. “Dev, cin, peri, gulyabani vb.” masal kahramanlarına sıklıkla rastlanır.
-Kahramanları insan olan masallarda, bu insanlar toplumun her kesiminden seçilmiş olabilir.
-Masallarda yer (mekân-çevre) belirsiz ve hayaldir. “Kaf Dağı”, “yedi kat yerin altı veya üstü”, “Çin-Maçin” gibi gerçek dışı mekânlar kullanılır.
-Masallarda sıklıkla olağanüstü güçleri bulunan sihirli eşyalar (sihirli değnek, sofra, kılıç vb.) kullanılabilir.
-Masallarda tabiat unsurları çok geniş bir şekilde kullanılır.
-Masallarda mekân gibi zaman da belirsizdir.
-Masallarda sanatlı bir anlatım vardır. Kullanılan tekerlemeler ve renkli anlatımıyla bir ahenk yaratılır.
-Masallarda genellikle belirsiz “-mişli geçmiş” zaman veya belirli “-dili geçmiş” zaman kipleri kullanılır.
-Masallardaki nihai amaç insana bir ders, öğüt vermektir. Masallar hemen her zaman iyilerin galibiyetiyle bitirilerek, iyiliğin önemi vurgulanır.
“ALTIN KOZALIKLI GÜMÜŞ SELVİ
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, hiç çocuğu olmayan bir kadın varmış.
Çocuğu çok sevdiğinden kendisini avutmak için bir tahta parçası üzerine kömürle kaş göz yapmış, bunu bezlere sarmış, salıncağa koyarak sallamaya başlamış.
Artık her gün salıncağın başında oturuyor, oradan hiç ayrılmıyormuş. Kocası akşamüzeri eve geldiği zaman yiyecek yemek bulamadığı gibi evi süpürülmemiş, hiç bir işe bakılmamış görüyormuş.
Nihayet bir gün canı sıkılmış, karısına demiş ki:
—Yahu senin yaptığını deliler yapmaz doğrusu. Hiç tahta parçasından çocuk olur mu? Bırak artık çocukluğu da evinin işine gücüne bak!
Kadın bu sözlere ehemmiyet vermemiş. Zaman zaman:
—Aman çocuğum sancılandı, vah çocuğum üzüldü! diye çırpınır, kocasına uyku uyutmazmış.
Karısının bu halleri canını pek sıkmaya başlayınca, adam bir gece ansızın bu tahta bebeği pencereden atmış. Tahta bebeğin düştüğü yerde o anda bir selvi ağacı meydana gelmez mi?! Kendisi gümüşten, kozalakları da altından bir selvi…
Senelerce sonra bir gün, padişahın oğlu askerleriyle oradan geçerken selvi ağacının dibinde çadırını kurmuş.
Şehzade her gece yatağının başucunda altın şamdan, ayakucunda gümüş şamdan yaktırır bir masa üzerine de bir tabak içinde tatlı koydururmuş. Âdeti böyleymiş.
Fakat bu selvi ağacının dibinde çadırını kurduğu günden beri, her sabah kalkınca altın şamdanı ayakucuna, gümüş şamdanı da başucuna getirirmiş, tatlı tabağını da boş bulurmuş. Bu vaziyete fena halde hiddetlenen şehzade, her seferinde kapısındaki askeri dikkatsizlik gösteriyor diye değiştirirmiş. Hâlbuki hiçbir şeyden haberleri olmadığı gibi çadırda temizlik yaparlarken şehzadenin eşyalarına dikkat gösterirler, her şeyi yerli yerine koyarlarmış.
Şehzade, bu işlerin kimin tarafından yapıldığını anlayamayınca, geceleyin uyumamaya, sabaha kadar oturup beklemeye karar vermiş.
Her akşam bu kararla yatağına uzanarak uyur gibi yapan şehzade, çok geçmeden uyuyakalırmış. Nihayet bir gece küçük parmağını keserek kanatmış. Acısından gözüne uyku girmemiş. Beklemeye başlamış.
Tam gece yarısı çadırın tepesi yavaşçacık açılmış, orada, burada beyaz bir elbise içinde, saçları uzun, ay gibi beyaz bir kız süzülüp çadıra inmiş. Kız başlamış şamdanların yerini değiştirmeye… O iş bittikten sonra masanın başına geçerek tabaktaki tatlıyı da yemiş. Çadırın tepesindeki açık yerden tekrar gideceği sırada, şehzade hemen kalkıp bileğinden yakalamış.
Birden bire korkan kız, şehzadenin güler yüzü karşısında sakinleşmiş. Yatağın bir kenarına oturmuş.
Şehzade bu kızın güzelliğine hayran olmuş. Ona demiş ki:
—Güzel kız ne olur her akşamki gibi çadırıma gene gel! Ama çabuk kaçma olmaz mı?
Güzel kız cevap vermiş:
—Gelirim şehzadem. Fakat gün doğmadan selvi annemin yanına dönmezsem beni evlatlıktan atar.
Şehzade razı olmuş, böylece anlaştıktan sonra güzel kız her akşam çadıra gelmeye, sabaha karşı gün doğmadan da gitmeye başlamış.
Bir gün padişah, oğluna bir haberci göndererek üç güne kadar dönmesini istemiş. Şehzade bu habere üzülmüş ama ne yapsın? Evlatlar babalarının isteklerini yerine getirmeye mecbur değiller mi? O da hazırlanmaya başlamış.
Son gece kıza babasından gelen haberi söylemiş. Kız bu fena habere çok üzülmüş. O zaman şehzade, kendisiyle beraber gitmek için ısrar etmiş. Israr etmiş ama kız razı olmamış. Selvi annesinden ayrılamayacağını söylemiş.
O gece geç vakte kadar oturup konuşmuşlar. Sonra uykuları gelmiş, yatmışlar. Sabaha karşı erkenden uyanan şehzade kızı, uykuda iken alnından öperek askerleriyle beraber yola çıkmış. Kız hâlâ uyuyormuş.
Biraz sonra güneş doğmuş. Çok geçmeden uyanan kız, bir de ne görsün? Gün doğmamış mı?
Güzel kız incili çadırdan çıkarak etrafına bakmış, kimseler yok. Başlamış ağlamaya… Ağlaya ağlaya selvi annesine gitmiş:
—Kuzum selvi anneciğim, canım selvi anneciğim, demiş, bir kusur ettim. Beni affet, içeriye al!
Selvi anne kızı kabul etmemiş, kovmuş. Güzel kız, yanaklarından süzülen yaşları sile sile selvinin yanından uzaklaşmış.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yolda bir çobana rastlamış. Ona yalvararak elbisesini, çarığını, kavalını alıp giymiş. Kendi elbisesini de ona vermiş.
Yine yürümeye başlamış. Dere tepe düz, tam bir güz gittikten sonra şehzadenin memleketine varmış. O sırada sarayın penceresinde oturan şehzade, sokakta yorgun bir çoban görünce seslenmiş:
—Çoban, çoban, böyle nereden geliyorsun, diye sormuş. Çoban da:
—Altın Kozalaklı Gümüş Selviden! diye cevap vermiş.
Bu cevap karşısında hem şaşıran hem de sevinen şehzade, koşarak aşağıya inmiş. Çobanı sarayın bahçesine alarak ellerine sarılmış:
—Söyle bana, demiş, orada ne gördün?
Çoban demiş ki:
—İncili çadır kurulu gördüm. Keten gömlek dürülü gördüm. Yâr yârinden ayrılmış ah edip ağlar gördüm!
Bu sözlerden orada neler olduğunu anlayan şehzade çok üzülmüş. Baygınlıklar geçirmiş. Sarayın adamları gelerek kendisini iyi etmişler. Aklı başına gelen şehzade, çobanı yanına çağırtmış. Ona, ölünceye kadar yanında kalmasını söylemiş.
Esasen çobanın maksadı bu olduğundan sarayda kalmış.
Şehzade çobanı yanından hiç ayırmaz, ona her zaman nereden geldiğini, oralarda daha başka neler gördüğünü sorar dururmuş.
Bir gün padişah oğlunu yanına çağırarak demiş ki:
—Sevgili oğlum, artık evlenecek yaşa geldin. Seni evlendireceğiz. Annenle beraber bir kız beğendik. Yakında hazırlığa başlayacağız.
Selvi annenin kızına deli gibi âşık olan şehzade, babasının bu teklifi karşısında üzülmüş ama ses çıkaramamış. Kabul ettiğini bildirmiş. Fakat evlenince çobanıyla sık sık konuşamayacağını düşünerek müteessir oluyormuş. Şehzadenin üzüntüsünü gören çoban demiş ki:
—Şehzadem, bana senin odanın üst katındaki odayı ayırt. İçine yeşil bir döşeme yapsınlar, tavana salıncak kursunlar. Canım sıkıldıkça salıncakta sallanır, vakit geçiririm.
Şehzade, evlenmeden önce sevgili çobanın isteklerini yerine getirtmiş.
Düğün günü koltuk töreni sırasında şehzade bir koluna karısını öteki koluna da çobanı almış; üst kata bu şekilde çıkmışlar. Birçok eğlencelerden sonra herkes odasına çekilmiş.
Çoban şehzadenin yanından ayrılıp da odasına girdiği zaman o kadar müteessir olmuş ki, dayanamamış, oturup uzun uzun ağlamış. Arkasından çoban elbisesini çıkarmış. Saçlarını çözmüş. Sonra sandalyeye çıkarak salıncağın ipini boğazına bağlamış. Tam kendini asacağı sırada eski günlerini hatırlayıp uzun uzun düşünceye dalmış.
Meğer o sırada da şehzade çobanı merak etmiş. Onu görmek üzere merdivenlerden çıkıyormuş. Kapının önüne gelince, içeriye girmeden evvel anahtar deliğine gözünü uydurarak bakmaya başlamış. Bir de ne görsün?! İçeride, çoban yerine, selvi annenin kızı yok mu?! Sevgilisini görünce birden bire heyecanlanan şehzade, onu ölümden kurtarmak için bütün kuvvetiyle kapıyı itip açmış. İçeriye girerek ipe asılmış, kızı ölümden kurtarmış. Bu iş bittikten sonra, hemen aşağıya inen şehzade, gelini evine göndermiş. Yeniden bir düğün hazırlatarak gümüş selvinin güzel kızıyla evlenmiş.
Onlar ermiş muradına, biz gidelim kapı ardına…
Naki TEZEL, TÜRK MASALLARI 1, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, ANKARA 1997
27-Fabl
İnsan dışındaki bitki, hayvan gibi canlı varlıkların ve eşya gibi cansız varlıkların insan gibi konuşturulan, başlarından geçen olayları bir ibret dersi verecek biçimde anlatan, kısa manzum hikâyelere “fabl” denir.
Fabl örneği:
Zafiyetten çiroza dönmüştü kurdun biri.
Köpekse aksine semiz mi semiz.
Bu kurt bir gün bir köpeğe rastladı, iri.
Güzel besili bir köpek, tüyleri temiz.
Atılıp şunu bir parçalamalı,
Diyordu içinden kurt cenapları.
Boğuşmayı da göze almak lazımdı, fakat.
Köpek deseniz, kendini, hakikat,
Koruyabilecek kadar inatçı.
Bunu gören kurt, pek sessiz, yanaştı.
Biraz aşağıdan alıp dil dökeyim diye,
Hayran olduğunu söyledi, bu semizliğe.
Güç bir şey değil, sayın efendimiz,
Dedi köpek.”Böyle benim gibi semirseniz
Vazgeçin, bırakın bu ormanları.
Nedir bu ormanlarda çektiğiniz,
Sersefil, perişan, aç biilaç
Açlıktan nerdeyse öleceksiniz.
Hepiniz fülüsüahmere muhtaç.
Adeta aslan ağzında yiyecekleriniz.
Gelin benimle, hemen değişir kaderiniz.”
Kurt sordu: “Peki işim ne olacak?”
Hiç, dedi köpek. “sadece adam kovalamak,
Vazifeniz yabancılara şiddet,
Evdekilere hürmet göstermekten ibaret.
Ama karşılığında neler neler!...
Sizindir artık evin sayısız yemekleri.
O ne piliç, o ne kuş kemikleri;
O ne sonsuz okşanıp sevilmeler!”
Kurt ne diyeceğini şaşırmıştı
Sevincinden adeta gözleri yaşarmıştı.
Derken, baktı ki köpeğin boynunda bir yara.
Bu ne? dedi.
Hiç.
Ama ne?
Mühim değil yani.
Bağlamak için tasma takarlar ya
Gözüne ilişen herhalde onun izi.
Bağlamak mı? Serbestçe dolaşmaz mısınız?
Pek dolaşmayız. Ama ne çıkar?
Ne mi çıkar? Yerinde dursun saltanatınız.
Hani hazineler bağışlasalar
Zerre bile feda edemem hürriyetimden.
Deyip bizim kurt oradan uzaklaştı hemen
La Fontaine